Yedinci Söz, esas cümlesi Risale-i Nur’daki bahislerin en uzun ve şumüllü esas cümlesidir. Esas cümleler cümle bahsinde iddia bahisleridir, bütün sonraki metinler adeta esas cümlelerin izahıdır. Bediüzzaman Said Nursi esas cümle ustasıdır, bunun kaynağı da Kur’an-ı Kerim’dir. Batılılar bunlara “opening and closing” açılış ve kapanışlar der. Bediüzzaman Mucizat-ı Kuran’iye risalesinde Kur’an’da açılış ve kapanışların hatimelerin hikmetini açıklar. Kur’an’da da her surenin ilk cümleleri çok şumüllü cümlelerdir.
Bakara suresinin ilk altı ayeti açılış esas cümleleridir. Ve bütün Kur’an’ın bahislerini içine alan altı ayettir. Çok şumüllü olarak inzal edilmiştir. Kur’an-ı Kerim’in en kapsamlı suresidir Bakara. Öyle ki tek başına bu 286 ayetlik sure, Kur’an olmasaydı bile Müslümanın bütün ihtiyaçlarına cevap verecek kapsamdadır. On yıla yayılmıştır bu surenin indirilmesi.
Nisa suresinin ilk ayeti de böyle bir esas cümledir. “Ey insanlar sizi tek bir kişiden yaratan ve ondan da eşini yaratıp o ikisinden birçok erkekler ve kadınlar üreten Rabbinize karşı gelmekten sakının.“
Yedinci Sözün esas cümlesi çok etraflı bir cümle.
“Şu kainatın tılsım-ı muğlakını açan amentubillahi ve bil yevmil ahir / Allah’a ve ahirete inanmak, kainatın tılsım-ı muğlakını açıyor.” Kainatın tılsım-ı muğlakı ne demek? / Tılsım anlaşılması veya açılması zor ve müşkil olan bir şeyin sırrı veya anahtarı manasına geliyor. Nereden baksan zor bir kelime. Muğlak kelimesi zaten çözülmesi zor olan bir durumun veya şeyin manasını bir kat daha güçleştiriyor. Sadece tılsım değil muğlak bir tılsım. Muğlak birbiri içinde katmanları olan bir sır demek. Neden kainatın tılsım-ı muğlakı var?
Filozoflar içinde bir grup, Peygamberimiz (asm) gelmeden önce Arap yarımadasında kainatın sırrını merak eden, “nedir bu kainat” deyip onun sırrını çözmek ve anlamak isteyen özel insanlar olmuş. Mitolojide de evrenin anlamını anlatan saçma ama araştırma merak yüzünden bir şeyler söyleyenler olmuş. Mesela Türklerin Yaratılış ve Türeyiş destanında olduğu gibi. Bunların en ileri gidenleri evrenin birisi tarafından yaratılıp ve yönetildiğini anlamışlar, işte o kadar. Buluta, suya, ineğe, kediye, yılana tapmışlar bir sır aramışlar ama sırrı çözecek bir şey bulamayınca ismini saydığımız şeylere tapmışlar. Bulutun insan ve varlığın temel isteği olan suyu getirdiği için ona tapmışlar, onda bir takım sırlar görmüşler. Olayların arkasındaki ilkeleri görememişler.
Bulutları suyun kaynağı olarak yaratıp, gökyüzüne yerden taşıyıp, gökyüzünden sağıp varlığın ihtiyacını onunla temin edip, o suyun tesiri ile bitkileri meydana getirmek nasıl bir çoklu tasarım? İnsan bu çoklu tasarımı tasarlayanı değil, tasarımın bir öğesine tapmış. Bir evde beş kişi oturur, kainat denilen bu büyük muhteşem evde kaç kişi, kaç olay, varlık oturur onların hepsini bir arada bir hedefe organize etmek bu ancak bütün onları yaratıp birbirine bağlayıp, bir hedefe hazırlayan bir insan idrakini aşan büyüklük ile olabilir bu da Allah’tır. Bu yüzden kainatın bu anlaşılmaz sırrını çözen Allah’tır. O'na inandığın anda bütün bu birbiri içinde birbiriyle alakadar varlıkları kimin yönettiğini bir gayeye matuf koşturduğunu insan anlar. Ezan bu muğlak sırrı her gün sayısız beldelerde insanlara ilan eder: Allahu Ekber. En büyük O. Büyük kainatı yaratan ve sana hizmetkar eden O.
Tılsım-ı muğlakı açan ikinci anahtar da bilyevmil ahir, yani ahiret gününe iman. Latince bir söz var, felsefe tarihinde de meşhur. Quvadis, nereye demek. Yani insanın en önemli düşüncelerinden ve endişelerinden biri bir şeyin, bir olayın, bir nesnenin nereye doğru gittiği, yani hedefinin ne olduğudur. Bediüzzaman bunu ”necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun” şeklinde ifade etmiş. Kainatın açılması müşkül olan tılsımını açan Allah ve ahiret inancıdır. Bu insanın sadece gördüğü sayısız olaylar zincirinin hedefi nedir? İşte bunu da başka bir dünyanın çözümleyeceğini ifade ediyor, yani evrenin akışından başka bir aleme gittiği her haliyle okunur.
Yazarlar kullandıkları kelimelere göre birikimlerini, kültürel, felsefi, ilmi, dini arka planlarını ifşa ederler. Bediüzzaman’ın kelimeleri böyle arka planı güçlü adeta çınar gibi dine ve sanata kök salmış kelimelerdir. Heyhat yalana, iftiraya, düzmece senaryolara kurban edilmeye çalışılan çok boyutlu bu insanın ne kadar güçlü telkinlerin sahibi olduğu en acımasız kişiler tarafından bile kabul ediliyor. Onun kelime ve cümleleri ile, hatta onun ismini vermeden ifadelerini kullanan hocalar saymakla bitmez.
Büyük bir felsefi ve dini arka planla ortaya konmuş bir kelime: Tılsım-ı muğlak. Bu iki birbirini teyid eden sıfatı kullanan şahıs koca bir felsefe tarihi ve dinler tarihinin tıkandığı girdabı biliyor ve bu yüzden bu kelimeyi kullanıyor. Bediüzzaman’ı anlamak kolay bir uğraş değil, ama bir kere birileri bir kaneva tesbit etmiş. Kimsenin de araştırmanın huzursuz edici koşuşturmasına tahkikine niyeti yok. Kolaycılık. Bu iki kelimeyi kullanmak insanın evrene ayak bastığı günden itibaren nasıl evrenin inşasını ve sonucunu merak ettiğini ama vahyin ışığı olmadan hep saçmaladığını görür. Bediüzzaman bütün filozofların eleştirisi olan şu cümleyi kullanır: “Hakikat-i mutlaka mukayyed enzar ile ihata edilmez.” Bilimin ve felsefeninki “mukayyed enzardır.” Evrenin anlamı mutlak bir hakikattir. Onu insanın sınırlı araçları anlayamaz ancak vahyin ışığı ile anlaşılır.
En zeki insan Peygamberimiz (asm) bile vahyin ışığı olmadan günlerce Hira’da tılsım-ı muğlakın anahtarını bekledi. Bir gün bir büyük ışık ile ortaya çıktı anahtar. O gün ve o an bütün maziyi ve geleceği aydınlattı. Bu ilahi ampul bir anda mazi, hal ve geleceği aydınlattı. Peygamber (asm) o ampul ile varlığı insanın anlayabileceği kadar çözdü, ışıklandırdı. Bin yıllık bu topraklardaki maceramız bizim Türkçülerde bir gayret uyandırmamış, olay politize olmuş gitmiş, bunlar hazinenin üstünde uyuyor. Kürtler ise daha aşağı bir düzeyde daha işin abc’sinde bile değil. Muhafazakarlar ise derinliksiz bir cüzi İslami yaşayış ile hayatın cazibesinde kaybolmuşlar.
Daha sonra yine bir sıfat grubu kullanır: Tılsım-ı müşkülküşa. Amentu billah ve bil yevmil ahir aynı zamanda bir tılsım-ı müşkülküşadır. Tılsım birincide bir muğlak tılsımdı, ikinci de ise müşkül küşa yani zor, müşkül açılan bir tılsım. Allah‘a ve ahirete iman bir cümlelik bir ifade iken nasıl olur da müşkül tılsım, muğlak tılsım olur. Demek sadece kabul etmek değil kabulden sonra onların derinliğine anlaşılması gerekir.
İşte bu derinliğe ve genişliğe doğru gitmek müşkül ve muğlak olan şeydir. Sadece Allah ve ahiretin var olduğunu kabul etmek, ne muğlak tılsımı anlamak ne de müşkül tılsımı anlamaktır. Tıpkı matematiğin varlığını iki kere ikinin dört ettiğini bilmek uçsuz bucaksız matematiği bilmek değildir. Pisagor da metamatik bilirdi, ilkokul çocuğu da metamatik bilir. Bu yüzden bir büyük veli yine veli sırasından birinin mezarı başında ”bu da sanıyordu ki ben Allah’ı biliyorum” der.
Mustafa Sungur Abi Bediüzzaman ile ilk karşılaştığı yıllar “biz de namaz kılıyoruz, bazı özel insanlar da” der. Bediüzzaman “korkma kardeşim sen de onlar gibi olursun” der. Demek bilmek zaman ile, bilgi ile, dalmak ile, tefekkür ile genişliyor.
Bediüzzaman‘ın eserleri Allah’ı ve ahireti anlamakta bir çok özel zihin ve gözlem eksersizleridir. Onun davasının oraya buraya çekilmesine bakma asıl olan Allah’ı anlamak ve anlatmaktır, ahireti anlamak ve anlatmaktır. Eserlerinin büyük tahşidatı bu müşkül ve mağlak mesaili anlatmaktır. Ferd ismini okurken Ehad kelimesinin muhiti Allah’ı anlamanın derinliğidir, Kayyum ismi de öyle. Ayet’ül Kübra “nereye baksam dopdolusun seni nere koyam benden içeri“ diyen Yunus tefekkürünün Bediüzzaman’ın kaleminden tezahürüdür. İşte muğlak ve müphem, tılsım-ı müşkül küşa olan Allah’ı anlamaktır. Allahu La İlahe, Kulhuvallah, Fatiha her kelimesinin ameliyatı yapılırsa bir kitap olur, Bediüzzaman bunlar üzerinde okyanuslara dalar.
Ene ve Zerre bahsinin de damarı olan iki kelime üzerinde durduk…