Ankara 1 Ekim’de TBMM’nin açılışıyla cumhuriyet tarihinin ilk toplumsal uzlaşma anayasasının da ilk adımını atacak. Demokrasi bilinci, kurumları, ekonomik ve toplumsal örgütleri oluşmuş bir ülke olarak “ilk” anayasa için çok sayıda “temel şart” tartışılıyor uzun süredir. Bir “toplumsal sözleşme” olarak “toplumdaki tüm seslerin yankılandığı, kapsamlı, anlaşılır ve işlevsel bir metin” olması çerçevesinde özetlenebilecek şartların zorunluluğu açık. Ancak bunları “ikincil” kılan çok daha önemli bir unsur var; “dil”...
Kastım, sadece “anlaşılır Türkçe” değil; Türkiye’nin yapısını, tarihteki ve günümüz dünyasındaki konumunu tanımlayan, o konumdan dünyaya ve geleceğe bakan bir ülkenin sözlerini üretecek bir dil...
Son birkaç yıldır, Türkiye’nin, tarihten gelen ilişkilerine, coğrafyasına, dünyaya ve geleceğe yönelik tavır geliştirmeye başladığını konuşuyoruz. Ancak bu konum, kökleri 87 yıldan daha derinde olan bir stratejiden beslenmek zorundadır.
Bu zorunluluk, birçok kalıbı, ezberi, sloganı “tartışmaksızın” düşünce kodlarından silmeyi gerektiriyor. “Dört yanımız düşmanlarla çevrili”, “Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur”, “Yabancıların cennet vatan üzerindeki hain emelleri”, “Cumhuriyetten önce topluiğne bile üretemiyorduk” diye başlayan listeyi “Güçlü ordu güçlü Türkiye”ye kadar uzatmak mümkün. Bu sloganların “bugünün Türkiyesi”nde yeri yok artık. Aslında “Dünün Türkiyesi” de buna müstehak değildi.
Bu sloganlar sadece insanın açlıktan bile önce gelen en temel ihtiyacı olan “güvenlik” güdüsünü besledi. “Güvenliğe” güdülenen zihin yapısı, ekonomiden demokrasiye, mimariden sanata kadar bütün “medeni” ihtiyacı öteledi; bugün sancılarını yaşadığımız birçok sorunun da tohumlarını ekti.
Referanslar Türkçeleşmedi
Bu zihinsel kuşatılmaya muhalefet edenler oldu elbette. Ancak onlar da başka bir zihinsel kuşatma altındaydı. Avrupa aydınlanması, sosyalizm ve eski Osmanlı topraklarında sömürgeye karşı yükselen İslam eksenli siyasal düşünceyi temel referans alan sesler “kendi” cümlelerini kuramadılar. Ütopyaları lale desenli taklitten öteye gidemedi.
Modernleşeceği zamanları bu duvarlara hapsolarak geçiren Türkiye bugün “farklı şeyler” söyleme iddiasında. Bu iddialılık, ülkesinin “iddia sahibi” olabileceğini tahayyül edemeyen zihniyetle çatışıyor. “Yedi düvele kafa tutmak”la övünenler bile İsrail’e kafa tutulunca kendisiyle çelişmek pahasına muhalefet ediyor. Ülkesinin bir “güç” olabileceğine akıl erdiremeyen düşünce, yapılanların arkasında “dış güçleri” arıyor. Uluslararası konularda müdahil olmasını, “belirleyici” olma hedefini anlayamıyor.
Muhtaç olunan kudret kanda değil
Yeni Türkiye, yeni toplumsal sözleşmesini yazarken, hem tarihi süreçte kendi dışında gelişen her şeyi kendi köklerinden gelen özsuyuyla işleyerek “kendi diline” çevirmek, hem de bu zihniyet duvarını kırmak zorunda. Bunun için “muhtaç olunan kudret” tarihteki “asıl durum”da mevcuttur. Tarihte de, örneğin “topluiğne” yapılıp yapılmadığını merak edenler, sadece İstanbul Ticaret Odası’nın yeni yayınladığı “Osmanlı Ticaret ve Sanayi Albümü”ne göz atsın, yeter. Sanayi devriminin ardından Osmanlı yönetiminin kurduğu traktör, elektrik, tekstil, kağıt, kimya, içecek ve silah-mühimmat fabrikaları, tersaneleri, devlet çiftlikleri ve fakülte düzeyindeki ziraat mektepleri yeterince ibret verici. Üstelik bunlar sadece bugüne kalabilen kayıtlarda olanlar...
Star