Bugünün dünyasında yetişkinler olarak, gençler hakkında pek çok şeyden yakınmaktayız. Ve maalesef bunların çoğunda da haklıyız.. Ama sanırım haklı olduğumuz bu konulardan pek azında “kitap okumamaları” konusunda olduğu kadar haklıyızdır. Öyle ki, artık “kitap okumak” gençler için (ve gençlerden de öte çoğu insan için) günlük hayatta yeri olmayan bir konu durumunda!.. Hatta pek çokları için okumak bir yük ve angarya, veya iyimser bir ifadeyle ‘olsa da olur, olmasa da!’ türünden bir iş olarak görülmekte..
Tabi bu hazin gerçeğin nedenleri üzerine pek çok madde sıralamak da mümkün. Örneğin, bazen kitapla ilgili ilk tecrübelerin kişiye uygun örnekler üzerinden gerçekleşmemesi veya kitap okuma eyleminin kişinin yakın ve geniş çevresindeki önemli-örnek meşgaleler arasında olmaması vb. gibi sebepler, bu konuda ilk akla gelen etkenlerden. Fakat konu ‘sanal kuşak’ adlandırmasına maruz kalacak derecede akıllı cihazlarla hemhal olan günümüz gençliği olduğunda ise, kitap okumak, mesela “cep telefonuyla meşgul olmak dururken nasıl olur da başvurulabilecek bir davranış olabilir ki?” türünden şaşılacak bir davranış konumuna inmiş vaziyette...
Oysa “okumak”, bu dünya imtihanının çetin zorlukları karşısında kişinin hemen her alanda ihtiyaç duyacağı en temel donanımlarından tutun da, koca bir insanlık tarihinden süzülen bilgi ve düşünce birikimine ve en önemlisi, din ve iman hakikatleriyle ilgili muazzam müktesebata ulaşabilmesinin en önemli yollarından birinin adıdır.. Öyle ki, okumak sayesinde bir mümin geçmişteki insanların hatalarından hayati dersler çıkarabileceği gibi, aynı zamanda kendisinden önceki nice tecrübeden de faydalanarak imanını muhafaza ve tahkim yolunda başta Peygamberler (a.s) ve getirdikleri kudsî mesajlar olmak üzere nice ilim adamı, evliya, asfiya gibi değerlerin sonsuz derecedeki faydalı eserlerinden devalar da edinebilecektir.
Ama tüm bu faydalar için mutlaka okuması, “okumak” denilen ve git gide nadir bir hale dönüşen o ‘garip’ işe kalkışması gerekmektedir.
Bu itibarla, kişinin okuma zevki ve alışkanlığı edinmesi demek, ona başta iki cihan saadeti için gereken bilgi, tecrübe, tekrar, tefekkür, tekamül gibi “hazineleri” barındıran kaynak kitapların yolunu açacaktır. Veya kitap okumayı sevmenin ümit edilen en önemli neticesi, öylesi kaynaklara yönelik istifadeli okumalar olacaktır.
Mesele bu kadar önemlidir yani!
Bunca girizgahla anlatmaya çalıştığım hikâyenin çıkış noktası da benim için işte tam olarak burası oldu!
Çocukların ve özellikle gençlerin “kitap okuma isteksizlikleriyle” ilgili kabulü can yakan gözlemlerim, bana onların en önemli sorunlarından birisini “kitap okuma alışkanlığından yoksunluk” şeklinde resmetmişti hep. Kişinin gençliğinde ve sonrasında bilgiye, kültüre, fikre, muhakemeye, kendini ifadeye, adaba, usule, dengeye vs.’ye yönelik hata ve eksikliklerinden çoğunun sebebi, hemen her defasında aynı adresi gösteriyordu: Kitap okumamak! (ve daha da özelde: doğru kitapları okumamak!). Dolayısıyla, ahir zamanda genç olmak gibi zorlu bir süreci yaşayan çevremdeki bu genç dimağlar için yapılacak en büyük bir iyilik de, kendisini “onlara okuma alışkanlığı kazandırabilecek çalışma ve tavsiyeler olarak” resmediyordu. İşte bunun ümidiyle, zamanla, onlar için bildiklerimin haricinde akıcı hikaye ve romanlar edinme arayışına girmiş oldum..
Ne var ki bu konuda da bazı sorunlar, can sıkıcı bazı gerçekler vardı. Örneğin o kriterlere uyarak “müspet” sınıfına dahil edilebileceğini düşündüğüm roman sayısı, kendimce başka sınıflara dahil ettiğim kaliteli roman sayısına göre hayli azdı. Üstelik bu sınıfa dahil gördüğüm romanların pek çoğunun ise ya “ağır dil ve üslup” gibi, ya “mesaj vermek adına hikâyeyi boğan gerçeküstü propagandacı söylemler” gibi veya “metni abartılı ve uzun tasvirler ve betimlemelerle doldurmuş olmak” gibi (vb.) sorunlara sahip olduklarını görüyordum. Hâsılı, okuma alışkanlığına gerçekten katkı sağlayacak müspet eser sayısı, ne yazık ki ihtiyacı karşılamaktan uzak bir nicelikteydi.
Fakat müspet sınıfına alamadığım popüler, bol ödüllü ve “kaliteli” referansına sahip kimi romanlara sıra geldiğinde ise, bol sayı ve alternatifli bu eserleri inceleme nazarıyla her okuduğumda öncelikle içimi çok çeşitli duyguların kapladığını hissediyordum.. Hem de ne duygular! O kaliteli romanları tanıdıkça, tabiri yerindeyse günler süren pişmanlık, kızgınlık, suçluluk ve çaresizlik gibi hislerle baş başa kalıyordum! Zira doğulu değerleri adeta militan oryantalist bir sunumla hikâyelerine katık eden ya da gerçekçilik adına cinsellik (hatta sapkınlık) teşhirini neredeyse edebiyatın olmazsa olmazları arasına sokan o ince işçilikli, akıcı ve edebi kaliteye sahip ustalıklı eserler gerçeği; evimde, rahat koltuğumda, beni rahatsızlıklara sevk etmekteydiler.
Hem nasıl etmeyeceklerdi ki? Bizi bizim içimizden ama bizden olmayan çarpık nazarlarla anlatan bu eserlerin okuma alışkanlığı açısından pek faydalı oldukları ortadaydı evvela. Ama bunların aynı zamanda genç dimağlar için hayli tahripkâr da olmaları, hele bunların hem bol sayıda, hem de takdir edilesi bir edebî kalitede yazılmış olmalarıyla birlikte bir de itibar ve okuyucu bulabilmeleri, bir mümin olarak beni öteden beri rahatsız etti (ve hâlâ da ediyor…) kısacası.
İşte böylesi duygu ve düşüncelerle bu rahatsızlığa karşı bir şeyler yapabilmek için, bir gün, karınca bacaklarına sahipken ‘hac yollarına’ düşebilmek cesaretiyle dolduğumu hatırlıyorum. Öyle ya, sanatın ve özellikle de romanın menfi örneklerle oluşturduğu etki meydandayken, sırf şekvayla yetinmeden, okunabilecek müspet roman sayısının azlığına karşı -belki cahil cesaretiyle de olsa- mücadele edebilir ve yıkılmak istenen bir seddin üzerine belki bir tuğla da ben koyabilirim dedim kendime.
Ve böylelikle, ‘eve alınabilecek’, okunurken yüz kızartmayacak, gizli tahribatta bulunmayacak; ama aynı zamanda okuma alışkanlığına da katkı sağlayacak “onarıcı” eserlere bir yenisini ekleyebilmek ümidiyle, “Bismillah” diyerek ‘işe koyulmak’ nasip oldu. Üstad Bediüzzaman ve Mütareke dönemi İstanbul’u hakkında nice zamandır zihnimde dolanıp duran ve Birinci Dünya Savaşı sonuna (1919) ait: “Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak; galibiyette ne olurdu?” sorusunun şekillendirdiği bir kurguyu, böylece yazıya dökmeye başladım. Bir diğer ifadeyle, türlü yetersizlik ve manilerle birlikte, “Kayıp” adlı uzun bir yolculuğa çıkmış oldum.. Beş yılı aşkın bir sürenin sonunda ise, tarihî, psikolojik ve bilim-kurgu türlerinde konumlandırılabileceğini düşündüğüm bu roman, rastlanılması muhtemel hata ve noksanlıklarına rağmen çok şükür tamamlanmış oldu.
Dahası, “Kayıp” hakkında şükür sebebim olabilecek ayrı bir husus ise; bu romanın, akıllı cihazların ve özellikle de cep telefonunun kitap okumaya kolaylıkla ve mutlak bir galibiyetle tercih edildiği şu devirde, e-kitap formatıyla yayınlanması oldu. Çünkü ellerden inmeyen bu cazibedar cihazları kitap okuma eylemiyle birleştiren bu format sayesinde, okuma alışkanlığına yönelik mezkur hüzün ve hayal kırıklıkları yerini yeni bir umuda da bırakmış oldu çok şükür. Öyle ya, yeni kuşaklar belki bu yolla okur ve cep telefonundaki kitaplar sayesinde okuma zevki kazanır, böylece de okuması gerekli ana kaynaklara dair ciddi ve istekli okumalara -inşaallah- girişmiş olur, kim bilir?
Kayıp’ın okuyucusunu o kaynaklara ve o kaynaklar için okuma zevki kazandıracak diğer eserlere yönlendirebilmesi duasıyla, okuma alışkanlığına katkı sağlayacak “onarıcı” eserlerin artmasını bilhassa diliyorum…
(İncelemek ve edinmek için bkz.: “Kayıp”)