Çoğu zaman 21. yüzyılın baş döndürücü olayları içinde açlık, sefalet, iki yüzlülük, katliam, işkence, haksızlık ve benzeri modern(!) dünyanın ayıpları ortasında yaşayan insanlığın dramına hayatın kıyısından tanıklık etmek, insana ızdıraptan öte bir şey vermiyor. Ve Hacı Bayram Veli misali, Nagihan(Ansızın) ol şara(şehre) vardım/Ol şarı yapılır gördüm/Ben dahi bile yapıldım/Taş u toprak arasında mısraları dökülürken dilden, acı bir tat kalıyor damakta.
Elbette Hacı Bayram Veli söz konusu mısraları söylerken, dış âlemde gördüklerinden yola çıkarak iç âleminin yaşadığı değişimi dile getirmek istemiş ve iyimser bir tavır takınmıştır. Nitekim mısraların devamında, Ol şardan oklar atılır/Gelip ciğere batılır/Arifler sözü satılır/Ol şehrin bazaresinde derken, yaşadıklarının zorluğuna rağmen âriflerin sözlerinin değer gördüğü bir alışveriş ortamından doğan memnuniyetini de ifade etmiştir. Oysa çoğu zaman çokluk tarafından ne sağduyu, ne sevgi ve ne de saygının dikkate alındığı, acı ve nefretin yağdığı, gönül topraklarının çoraklaştığı bir asırda yaşarken, dünya şehrinin hem iç hem de dış görünüm açısından harabeye dönmeye yüz tuttuğunu gözlerken, hafakanlarla boğuşmak durumunda kalıyor insan.
Bazen Nefinin, Ben mucize sözler söyleyen bir papağanım, ne desem dünya ehlinin anlayacağı laflardan değil. Felekle, dönemimle, dünyayla söyleşemem; içi saf değil anlamında dediği, Tuti-i mucizeguyem, ne desem laf değil/Çerh ile söyleşemem âyinesi saf değil beytini okuduğumda, ister istemez benliğimin her zerresinde hissederim söz konusu hafakanları. İyilik, güzellik, doğruluk, sevgi, saygı gibi manevi doyumun mihenk taşları bir bir sökülüyor yerinden. İşte bunu seyretmek ve onca çabaya rağmen, söz gelimi ömürden bir yılın eksilmesi dışında kültürel yahut dinî açıdan hiçbir anlam ifade etmemesine rağmen yılbaşını çılgınca(!) kutlayan kalabalıkların bir sel gibi anlamsızlık içinde yaşayıp yürümelerine şâhit olmak ve kenarda kalakalmak, en onulmaz bir gönül yarası bırakıyor ruh âleminde.
Dahası, İsrail gözünü kırpmadan yaşlı genç, kadın erkek ve çoluk çocuk demeden Gazzeye kin olup yağmış, Filistinli çocukların feryatları yüreğimi kanatırken, Âkifin, Bir zamanlar biz de millet, hem nasıl milletmişiz/Gelmişiz dünyaya milliyet nedir öğretmişiz! mısraları kulaklarımda çınlamakta, dünyanın ve özellikle dindaşlarımızın bize ihtiyaçları olduğunu ihtar etmekte. Ancak mesela okullarımızda şiddetin giderek artması, kapkaç, dolandırıcılık ve benzeri hırsızlık vakalarının sıradanlaşması, saygı, sevgi ve sorumluluk kavramlarının ayaklar altına alınması, alkol, sigara ve benzeri zararlı alışkanlıkların genç dimağları çepeçevre sarması gibi bir tablonun ortamında Âkifin dediği, Bir taraftan dinimiz, ahlâkımız, irfanımız/Bir taraftan kılıçla desteklenen adaletimiz cömertliğimiz/ Yükselip akın akın gelen kavimleri kucaklamış gibisinden hakikati gerçekleştirme hayali ne kadar mümkün olabilir?
Temel değerlerin alttan alta oyulduğu, söz ve davranışların ayrışıp sözde hayatların tamamen yaşam koridorlarımızda cirit attığı bir atmosferde çok karamsar bir tablo çizdiğimin farkındayım. Hatta katran karası bir duygu âleminin varlığı da yok değil kelimelerimde. Ancak şurası var ki, böylesi bir ortamda dünyevî anlamda sadece kendisine güvenip manevî bir dayanaktan mahrum bırakırsa kendisini, insan ve dolayısıyla insanlık huzuru bulamayacaktır. Bir de söz konusu Müslümansa, hele hele doğruyu eğriden ayırabilen, farkındalık bilincinde olan bir Müslümansa, hayatın bunca dağdağası arasında hakiki iman olmadan tam ve daimî bir huzurdan mahrum olacaktır. Tevfik Fikret gibi isyana düşebileceği gibi, Beşir Fuat gibi intihara kadar dahi gidebilir. Bunun ötesi ise Nietschedir. Yani gözyaşı ve çaresizlik içinde, hiçlik girdabına düşmektir.
Sanırım Bediüzamanın, İman hem nurdur, hem kuvvettir; hakiki imanı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir sözü bu minvalde oldukça anlam kazanıyor. O iman ki teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül de iki cihan saadetini getirir. O iman ki, ateşi Hz. İbrahime serin, kuyuyu ve zindanı Hz. Yusufa selametli, Örümcek ağıyla örülen Sevr dağındaki mağarayı Hz. Muhammede emniyetli kıldı. Bir düşünün bakalım; bugün bizler de bir nevi ateş, zindan, kuyu ve mağara türünden musibetlerle imtihan edilmiyor muyuz? O hâlde Ona dayanalım. Çünkü: Kalpler ancak Allahı zikretmekle huzuru bulur