Bizi yokluk karanlıklarından çıkartıp, ruhlar âleminde var eden Rabbimize Kaalûbelâ makamında bir söz vermiştik. Ben sizin Rabbiniz değil miyim? sualine, evet Yarabbi, sen bizim Rabbimizsin, bizler de senin âciz kullarınız diyerek Rububiyetine boyun eğmiş, saltanatına biat etmiştik. Daha önce aynı suale, sen sensin, ben benim diyerek isyan eden nefislerimizi, sonsuz kudret sahibi olan Rabbimiz, çeşitli azâba maruz bırakmış, her seferinde aynı isyan ile karşılaşınca onları aç bırakarak terbiye etmişti. Açlık karşısında Cenab-ı Hakkın nimetine, rahmetine ve merhametine ne kadar muhtaç olduğumuzu idrak etmiş, kudretine teslim olmuştuk.
Böyle bir imtihandan sonra, çok uzun olan hayat yolculuğumuza anne karnında devam ettik. Orada da yine rahmet ve merhametle muamele gördük. Ceset denilen bir elbise giydirilerek yeni bir yolculuğa hazırlandık. Yeni yolculuğumuzda lazım olacak âzâ ve levâzımatla donatıldık. Sonra da dünya denilen bu misafirhaneye gönderildik.
Dünya misafirhanesi, nimetleri bol, zînetleri güzel, lezzetleri tatlı, görünüşü cazibeli, bir saray olarak hizmetimize sunuldu. Sarayın Sahibi, misafirleri olan bizlere çeşit çeşit ikramlarda bulundu. Hiç birini hak etmediğimiz halde, sayısız nimetler ihsan etti. Muazzam ve muhteşem olan dünya sarayını bizim için tahsis ederek, insan nevini yeryüzüne halife tayin etti. Peygamberler ve kitaplar göndererek, kendisini bize tanıttı, bizi çok sevdiğini ve bizim de Onu sevmemiz gerektiğini bildirdi. Bu kadar nimet, ihsan, muhabbet ve rahmete karşılık, bizden istediği üç şey vardı: Biri fikir, biri zikir, biri şükürdü.
Bismillah diyerek, her işte Onun adını andığımız zaman, işlerimizi denk getirip hayırla neticelendireceğini, sübhanallah diyerek zikrettiğimizde her an bizimle beraber olacağını, elhamdülillah diyerek şükrettiğimizde bize ihsan ettiği nimetleri artıracağını bildirdi. Emirlerine itaat edip, yasaklarından sakındığımız müddetçe, hem dünya sarayında, bizi en güzel şekilde ağırlayacağını, hem de ebedî saadet sarayı olan cennetine davet ederek cemaline mazhar edeceğini vaad etti.
Ne var ki, hafızayı beşer nisyan ile malul olduğundan, Kaalûbelâda verdiğimiz sözü burada unuttuk. Nisyanımıza isyanımızı da katarak, dünya sarayında bir misafir olduğumuzu hatıra getirmeyip, ebedî burada kalacağımızı zannettik. Onun için dünyayı ve içindekileri sahiplendik. Dünya sarayının da geçici bir mekan olduğunu, içindeki leziz nimetlerin sonsuz olmayıp burada tatmak için verildiğini, asıllarının, menbalarının öteki tarafta olduğunu düşünmedik. Yiyiniz, içiniz, israf etmeyiniz emrine uymadık. İtaat, iktisat ve kanaat içinde kullanıldığı takdirde, bütün canlılara yetecek miktarda olan kaynakları hem israf ettik, hem de bize bu nimetleri veren Sultana isyan ettik. Nefis ve şeytanın desiselerine kandık. Bediüzzaman Hazretlerinin dediği gibi, Eyvah! Aldandık. Şu hayat-i dünyeviyeyi sabit zannettik. O zan sebebiyle bütün bütün zayi ettik.
Bu kötü zannımız, şükürsüz israfımız ve fikirsiz isyanımız nedeniyle, bu sarayın Sultanı da bizi terbiye etmek için çeşitli müsîbetlere maruz bıraktı. Çeşit çeşit hastalıklar verdi. Bazı kuşları, sinekleri, böcekleri musallat etti. Korkunç fırtınalar, dehşetli kasırgalar, su baskını ve deprem gibi arzî ve semavî tokatlarla ikaz etti. Ama gafletimiz o kadar kalınlaşmış, kalbimiz o kadar katılaşmıştı ki, hiç biri insanlığı intibaha getirmedi. Kaalûbelâdaki biatımızı unutmuştuk. Tıpkı ruhlar âlemindeki isyanımız gibi, nefisler yine ene ene, ente ente demeye devam ediyordu.
Ruhlar âleminde nefisleri açlıkla terbiye eden Rabbimiz, dünya sarayındaki âsî misafirlerini de susuzlukla terbiye etmek istedi. Kaynakları israf etmenin, küremizi hor kullanmanın, şükürsüzlük ve kanaatsizliğin cezası olarak, insanlığın başına küresel ısınmayı musallat etti. Açlıkla terbiye olmaktan korkan insanlığı, susuzlukla tehdit ederek itaate davet etti. Susuzluk açlıktan daha korkunç bir azab olduğundan, kaynakların biraz azalması bile kalplere korku salmaya yetti. Şimdiden elli-altmış yıl sonra gelmesi muhtemel bir felâket ihtimali dahi,insanları dehşete düşürmeye başladı. Küresel felaketlere karşı çeşitli tedbirler alınıyor, çareler aranıyor.
En büyük tedbir ve en kesin çare ise, Kalûbelâ sırrında yatmaktadır. Aczimizi ve fakrımızı itiraf ederek, Cenab-ı Hakkın merhametini celp etmeli, sonsuz kudret ve rahmetine iltica ederek dergâhına sığınmalıyız. Evvela göz pınarları tövbe ve istiğfar ile ağlamalı, gönül pınarları sevgi ve muhabbetle çağlamalı ki, yer yüzündeki diğer pınarlar da çağlayıp aksın.
Küresel felâketlerin Küremizin Sahibi tarafından sorulan Ben sizin Rabbiniz değil miyim sualinin bir tekrarı olduğunu düşünüp, evet Yarabbi, sen bizim Rabbimizsin, bizler de senin âciz kullarınız diyerek yeniden biat etmeliyiz.
Abdil Yıldırım