Yeniden misafir alabilir miyiz acaba evimize? Eskiden olduğu gibi, dostâne, sâfiyane, hâlisane…
Günler öncesinden gerginlik yaşamadan, gösteriş gailesiyle telaşlanmadan. Sunumların, ikramların derdiyle evladımızı azarlamadan, namazımızı hızlandırmadan…
Kapıdan evvel gönlümüzü açarak… Kendimiz gibi olarak… Kibri, riyayı atarak; hasbi mütevazılığı kuşanarak… Muhabbetin demini çaya karıştırarak...
Hayır, hayır! Zahiri süslü, içi samimiyetsiz sofralarda; sosyal medyanın beğenisi için sunulan soğuk gülüşlü manzaralarda değil! Riyasız bir gayretle emek edilmiş sade bir sofra etrafındaki sohbet ikliminde nefeslenmek mesela…
Zât-ı Kerîm’in ismiyle ikram etmek ne âlâ! O kuşatıcı, azametli keremin küçücük bir şulesine kendi nispetinde ayna olmaya niyetlenmek… Ve dahi Rahman’ın ihsanını, lütfunu, bereketini o misafir perdesinin ardında bilebilmek ne evlâ… Sonra nasibinin şükrüne durmak, idrakini en büyük nasibin saymak ne güzel vefâ…
Hayır hayır! Bizi misafir davet etmekten alıkoyan maddi-manevi külfetlere, kalbimize üfleyen vesveselere hayır! Evimiz mükemmel olmasa; süpürsek de bazen aynalar, camlar lekeli kalsa mesela… Yine vazgeçmesek davetten. Börek yapsak da tatlıyı yetiştiremesek mesela… Olsun, iki hoş kelâm edelim, yeter insana. Takım tam olmasa ve çatalın kaşığın çizikleri hiç gelmese akla. El âleme değil de İlahi rızaya çevirsek bakışımızı daima.
Belki küçükken, belki evvelden… Eskice ama temiz bir eve misafir olmuşuzdur. Simalarda o halis tebessüm var ise şayet, ruhumuzu bir rahatlık kaplayıverir. O samimi insanlar, evlerinde ne varsa bereket duasıyla getiriverir. Rüzgâr salındıkça pencere pervazındaki pembe, mor çiçeklerden gelen hoş rayihalar, yer minderinin üzerinde kurulurken edilen sıcak hasbihâl, insanı nasıl da sarmalayıverir. Böyle bir iklimde tebessüm etmez mi manalar? Kalmaz mı damakta, birlik iştahıyla kaşıklanan tadı bulgur pilavının?
Lüzum var mı onca malayani zerzevata? Gösteriş, riya ve yapmacıklık oldukça nasıl açılır kalp kapıları, insandan insana? Ancak manayı incitmeden, kibre düşmeden yaslanabilir ruh ruha…
Niyet, hulûsiyet makamına varabilirse şayet, ikram da hakiki manasından nasibini alıyor. Asrın dehşetengiz sayfalarını nur vadilerine tebdil eyleyen eserlerin müellifi, bir hatırayla zihinlerde hemen beliriveriyor. O değil miydi, bir gün dağ başında talebesini nasıl doyuracağını düşünürken, birden katran ağacının dalında sıcacık bir ekmek ile latif bir ikram-ı İlahi’ye mazhar olan? Bu hadiseden sonra da Bediüzzaman Hazretleri’nin nasipli talebesi Süleyman, “Mübarek” unvanıyla anılageliyor:
“(…) derin bir dereye bakar bir katran ağacı altında oturdum. Müteessifane şöyle düşündüm ki: Küflenmiş bir parça ekmeğimiz var; bu akşam ancak ikimize yeter. İki gün nasıl yapacağız ve bu safi-kalb adama ne diyeceğim? diye düşünmede iken, birden bire başım çevrilir gibi başımı çevirdim; gördüm ki: Koca bir ekmek, katran ağacının üstünde, dalları içinde bize bakıyor.” (On Altıncı Mektup)
Misafirliğin mayasında gönüllerin hoşluğu, paylaşmanın süruru, nebilerin dostluğu saklı hani. Ne mutlu misafir(lik)le nasiplenene… Kadim medeniyetimizin misafirperverlik zarafetine… Evinde misafirsiz sofraya oturmayan o İbrahimî cömertliğe, vahyin nurunda ışıyan Peygamberimizden (sav) mülhem o edebe… Hamdolsun müminleri birbirine kardeş eyleyen; paylaşmayı, hâlleşmeyi lezzetli kılan ve böylece kalplere sükûnet akıtan İzzet ve İkram Sahibi Yüce Rabb’e (cc).
Hâsıl-ı kelam… Yeniden misafir alabilir miyiz acaba evimize?