Geçtiğimiz cumartesi günü, SETA'da, 'mimarlık' konulu seminerlerin ikincisinde, kızı Emine ve damadı Mehmet Öğün'den, merhum Turgut Cansever Hocanın mimari düşüncesini dinledik. (Serinin ilk semineri, iki hafta kadar evvelinde, Sadettin Ökten Hoca tarafından verilmişti. Ve mimarinin 'medeniyet tasavvuruyla' ilişkisini anlatıyordu.) Cansever Hoca'nın sağlığında projesini görüp onay verdiği, Bodrum'daki Amanruya Oteli mimarisi üzerinden aktarılan bilgiler, Yer'in Yapı'ya Söyledikleri başlığı altında izleyicilere sunulmuştu. Tabii şunu başlarken kabul etmek gerek: Cansever Hoca gibi bir derya-misalin, bir seminerde, mimariye dair çok az şey bilen küçük kaplarımıza sığabilmesi mümkün değildi. Ancak yine de hem Mehmet Bey'in hem de Emine Hanım'ın, arkasından yürünecek ve eşliğinde yeni okumalar yapılabilecek bir bakışaçısı eğitimini o birkaç saatte başarıyla verdiklerini düşünüyorum.
Peki, bu seminerde ne anlatıldı, neler öğrendik? Her insan bir âlemdir ve böylesi her âlem, dışındaki âlemin kendi renginde/özgü bir yansımasından oluşur. Benim bu seminerde ilk öğrendiğim şeyse şuydu: Kendi âleminin rengi ne kadar cazibedar olursa olsun, ona kapılıp dışındaki âlemin uyumunu bozma. Sıradışı olmaya çalışıp, uyumlu olanın güzelliğini ıskalama. Şeyh Galib'çe ifade edecek olursam: "Her renge boyan da renk verme." Dışında olanın 'herkese ait olan' olduğunu unutma. Hem belki bunun da üstünde düşün: Tevhidî bak âleme. Herşey büyük uyumun birer parçası. Kendi renginin güzelliğine kapılıp o büyük uyumun dışına çıkmaya çalışma. Evet, salt bilgi naklinin ötesinde, bir bakışaçısı ve belki bir ahlak öğüdü olarak aldığım ders buydu Cansever mimarisinden.
Daha başlarken Mehmet Bey'in geleneksel mimarimizin en bariz özelliği olarak altını çizdiği 'çevreyle uyum' gözetilmesi gereken ana öğelerden birisiydi. Hatta bu noktada Mehmet Bey; "Tüm özellikleriyle bir Süleymaniye yapıp onu şu an'a koysanız, bu geleneği yaşatmak olmaz, ancak taklitçilik olur" diyerek; geleneğe hürmetkâr, fakat kendini yenilemekten de aciz olmayan bir mimari dilinin hedeflenmesi gereken şey olduğunu söyledi. Yani birebir biçimleri almaktan/kopyalamaktan ziyade, o biçimin arkasında öze gitmek. Elbette geleneğin de tecrübeler inbiğinden geçmiş, yani test edilmiş güçlü içeriğini yadsımadan yapmak bunu.
Emine Hanım, bu gelenek anlatısı üzerine, Cansever Hoca'nın çizgisinde, mimarilerinde dikkat ettikleri detayları anlattı: "Özellikle biçim ve malzeme tercihlerimizde; o biçim veya malzeme, mimariyi oluşturduğumuz ortama gökten indirilmiş gibi durmaması lazım. Uyumlu olması lazım." Bu uyum penceresinden bakmakla gözükebilecek birçok detaya da, sunumunun ilerleyen kısımlarında yer verdi. Mesela; Amanruya Oteli'nde kullandıkları bitkileri bile, yine o çevrede bulunan, yerel bitki tercihleriyle yaptıklarını; genelde park ve bahçelerde yapıldığı gibi yöre açısından sıradışı sayılabilecek tropikal şeyler seçmediklerini, bunun sebebinin de yine 'uyum' olduğunu söyledi. Binaların yüksekliğinin, sırasının, açısının, renginin, malzemesinin bile coğrafyanın eğimiyle ve rengiyle bağlantılı olduğunu; bunun da yine uyumla ilintili birşey olduğunu aktardı ve ekledi: "Bizim mimari önerimiz; yerin gerçekliğini reddetmeden, tevuza ile varolmaya bir çağrı."
Buraya bir parantez açacağım, çünkü seminerin bencileyin en büyük kazanımı burada oldu. Farkettim ki: Hem Mehmet Bey, hem Emine Hanım, sunumları boyunca, mimariyi ahlakla bağladılar. Mesela; bir yerde Mehmet Bey; "Burada kullanılan her biçim, her malzeme gerçek. Hiçbir biçim, hiçbir detay insanı kandırmaya yönelik değil. Taş görülen her yerde taş kullanıldı. Kaplama falan yapılmadı. Ahşap görünen her yer gerçekten ahşap, kandırmaca yok..." diyerek mimari ile dürüstlük arasında bir bağlantı kurdu. Emine Hanım, birçok yerde uyumun altını çizerken aynı zamanda bunun tevazu ile varolmak olduğunu söyledi. Hatta Ahmet Hakan'ın bir köşeyazısında, otele yönelik aydınlatma eleştirisi bile; "Bizim otelimiz, öyle şıkır şıkır, 'Ben buradayım!' diye bağıran bir yapı değil" diye cevaplayarak aydınlatmada bile kibri değil, böyle bir tevazuyu gözettiklerini aktardı.
Bu anlatılanları da dinleyince, ister istemez, şunu düşündüm: Ahlakı sadece sosyal hayata veya ibadet hayatına münhasır görerek onu sınırlandırıyor muyuz? Öyle ya, eşyanın kendisinde hikmeti, tevazuyu ve dürüstlüğü görüp, onun üzerinde kendi elimiz işlerken ortaya çıkan şeyde bunları aramamak gaflet sayılmaz mı?
Bu açıdan Dücane Cündioğlu gibi kimi isimlerin 'estetik' merkezli, bana bir yönüyle seçkinci gelen mimari dilinin, Mehmet ve Emine Öğün Hocaların dilinde (veya Cansever Hoca'nın ekolünde demeliyim) nasıl da ahlak üzerinden temellendirildiğini ve böyle bir anlatımın nasıl da mümin için içselleştirilebilir olduğunu farkettim. Elbette tevhidî bakışla, büyük uyumun parçası olan insan, bu varlığın içinde eserleriyle varolmaya çalışırken de onla uyumlu olmalı, ondaki hikmeti gözetmeli, onun kadar tevazu sahibi olup, sıradışı olmanın kibrine veya faydacılığın menfaatperestliğine düşmemeliydi. Sanırım sırf aldığım bu bakış açısı dersi için bile hocalarıma ve dolayısıyla SETA'ya teşekkür etmem gerek.
Bitirirken bir not: Bizim din tedrisatımızda mimarinin ahlakla veya esma ile bağlantılı bir tefekkürünün olmayışı, acaba eşya ile sorunlu bir zühd mesleğinin getirisi olabilir mi? Eğer böyleyse bile: "(...) herkesin hususî bir dünyası var. Bir kısım ehl-i hakikat bu hususî dünyasını 'Lâ mevcude illâ Hû' diye inkâr etmekle, terk-i mâsivâ sırrıyla Cenab-ı Hakka karşı huzur-u dâimî ve mârifet-i İlâhiye bulur. Ve bir kısım ehl-i hakikat da, yine dâimî mârifet ve huzuru bulmak için 'Lâ meşhûde illâ Hû' deyip kendi hususî dünyasını nisyan hapsine sokar, fânilik perdesini üstüne çeker, huzuru bulmakla bütün ömrünü bir nevi ibadet hükmüne getirir. Şimdi, bu zamanda, Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsiyle tezahür eden 'Her bir şeyde, Onun bir olduğuna delâlet eden bir âyet vardır' sırrıyla, yani zerrelerden yıldızlara kadar herşeyde bir pencere-i tevhid var ve doğrudan doğruya Zât-ı Vâhid-i Ehadi sıfâtıyla bildiren âyetleri, yani delâletleri ve işaretleri var..." dersiyle artık eşyanın bu yönünü de tefekkür etmekten kaçınmamamız lazım.
Mimari içinde tevhidî bakışı yakalamak, kainatla ve fıtratla uyumlu olmak, farkındalığına varmamız gereken bir eksik. Bu yönde ciddi bir tefekkür açlığımız var. Eserlerimiz de yine sırf bu nedenle sorunlu. Bu seminerler dizisi, bana hem yeni bir bilgi, hem yeni bir nazar, hem de ikisinden kıymetli yeni bir açlık öğrettiği için büyük keyif aldım. (Bu arada: Önümüzdeki cumartesi bu seminerler serisinin bir yenisi daha var. İstanbul'da olanların kaçırmamasını tavsiye ederim.)