Bismillahirrahmanirrahim
Cenab-ı Hak (c.c), Tevbe Sûresi 117-119. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:
117-And olsun ki Allah, (Tebük Seferine katılmayanlara izin vermesinden dolayı) peygamberi(ni affettiği gibi), o güçlük zamânında ona tâbi‘ olan Muhâcirlerle Ensârı da, içlerinden bir kısmının kalbleri nerede ise eğrilmek üzere olmasının ardından tevbeye muvaffak eyledi.(1) Sonra da onların tevbelerini kabûl buyurdu. Çünki O, onlara karşı Raûf (çok şefkatli olan)dır, Rahîm (çok merhamet eden)dir.
118-(Allah, seferden) geri bırakılan o üç kişinin de (tevbesini kabûl etti)!(2) Öyle ki, yeryüzü bütün genişliğine rağmen onlara dar gelmiş, vicdanları kendilerini sıktıkça sıkmış ve Allah’(dan gelecek olan)a karşı yine O’ndan başka sığınacak hiçbir yer olmadığını anlamışlardı. Sonra (Allah) onları tevbeye muvaffak kıldı ki tevbe etsinler! Çünkü, Tevvâb (tevbeleri çok kabûl eden), Rahîm (çok merhamet eden) ancak Allah’dır.
119-Ey îmân edenler! Allah’tan sakının ve doğru kimselerle berâber olun!(3)
(1)Tebük Seferinde, İslâm Ordusu gāyet boğucu bir sıcakta ve büyük zahmetler içinde Şam’a hareket etmişti. O kadar ki, gāzilerin naklettiklerine göre, iki kişi bir hurmayı paylaşıyor, on kişiye bir deve düşüyor ve ona nöbetle biniyorlardı. İslâm târihine “Zorluk Seferi” olarak geçen bu Tebük Seferinde, tahammülü aşan sıcaklar ve sıkıntılar yüzünden, içlerinden bir tâife artık dayanamayıp geri dönmek istemiş ise de, hemen pişmân olup tevbe etmişlerdi. (Celâleyn Şerhi, c. 3, 320)
(2)Resûlullah Efendimiz (asm), Tebük Seferine iştirâk etmemiş olan seksen kişinin özürlerini kabûl edip, onlar için istiğfâr etmişti. Fakat Ka‘b bin Mâlik (ra), Mürâre bin Rabî (ra) ve Hilâl bin Ümeyye (ra)’ın açıkça i‘tirafda bulunmalarına rağmen, her birine: “Kalk, senin hakkında İlâhî bir hüküm sâdır oluncaya kadar bekle!” buyurmuş ve diğer Müslümanların da kendileriyle konuşmalarını yasaklamıştı. Böylece ızdırabla ve ağlamakla geçen elli günden sonra bu âyet-i kerîme nâzil olmuş, İlâhî affa nâil olmuşlardı. (İbn-i Kesîr, c. 2, 176)
(3)“İnsanın havfa (korkuya) ve muhabbete (sevgiye) âlet olacak iki cihaz, fıtratında (yaratılışında) derc olunmuştur (konulmuştur). Alâküllihâl (herhâlde) o muhabbet ve havf, ya halka veya Hâlık’a (yaratıcıya) müteveccih (yönelik) olacak. Hâlbuki halktan havf ise, elîm (acı veren) bir beliyedir (belâdır). Halka muhabbet dahi belâlı bir musîbettir. Çünki sen öylelerden korkarsın ki, sana merhamet etmez veya senin istirhâmını kabûl etmez. Şu hâlde havf, elîm bir belâdır. (...)
Mâdem öyledir, bu havf ve muhabbeti öyle birisine tevcîh et (yönlendir) ki, senin havfın lezzetli bir tezellül (eziklik) olsun. Muhabbetin, zilletsiz bir saâdet olsun. Evet, Hâlık-ı zü’l-Celâl’inden havf etmek, O’nun rahmetinin şefkatine yol bulup ilticâ etmek (sığınmak) demektir. Havf bir kamçıdır, O’nun rahmetinin kucağına atar. Ma‘lûmdur ki, bir vâlide, meselâ bir yavruyu korkutup sînesine celb ediyor (çekiyor). O korku, o yavruya gāyet lezzetlidir. Çünki şefkat sînesine celb ediyor. Hâlbuki, bütün vâlidelerin şefkatleri, rahmet-i İlâhiyenin bir lem‘asıdır (parıltısıdır). Demek havfullahda (Allah korkusunda) bir azîm (çok büyük) lezzet vardır.” (Sözler, 24. Söz, 146)