Yeis ile meşhur olan şeytandır. Huzurdan kovulmuş ve cehennemde olacağı kesinleşmiştir. Kalbinde hiç marifet yoktur.
Başta peygamberler olarak, kamil iman sahiplerini ise yeis hiçbir zaman mağlup edememiştir. Demek ki yeisin ilacı imanımızı kuvvetlendirmektir. Zira kuvvetli iman sahipleri her hadisede rahmetin izini, özünü, yüzünü gördüklerinden ümitsizliğe kapılmazlar. Hadiselerin zahirinden ziyade melekût ve kader cihetine nazar ederler.
Ümitsizlik için genelde kapılmak tabirini kullandığımıza göre yeis insanı önüne katıp sürükleyen, kuşatıp içine alıveren bir hal demek ki. Ve insan ona bir yakayı kaptırmayagörsün çıkmak kolay değil. Hele ki beraber olduğu insanlar da bu nazarı kuvvetlendiriyorsa iş daha da zor.
Yeis, her kemale mani ve insana zararı muhakkak ise kişi bilerek ve isteyerek yeisin içine girmez veya bu yeis halini sürdürmek istemez. Fakat yeis halini şeytandan bilmez ve kendisine ait zannederse kurtulması zorlaşabilir. Eğer hissettiğimiz bir halin şeytandan olduğunu bilsek mücadele ederiz ve ondan kurtulmamız gerektiğini biliriz. Ama o halin bizim kişilik yapımızdan kaynaklandığını zannedip “ne yapayım ben böyleyim” dersek o halden kurtulmamız epey zorlaşır zira bunun bizim düşmanımızdan geldiğini bilmeyip bize ait sandık ve asla kurtulamayacağımız ön kabulümüz var.
Şeytanın en büyük tuzaklarından birisi de kendisini inkar ettirmektir. Yani bize öyle sinsice yaklaşır ki kendisinin sebep olduğu halleri bizim kendimize ait zannettirir. Ve böylece biz de “ne kadar fena olmuşum ki bunları düşünüyorum, artık benden adam olmaz” deriz. İşte bunu dediğimiz an şeytanın zafer anıdır. Zira kendisini bir işe yaramaz zanneden kişi bir iş yapmak için gayret etmeyecektir. Her türlü çaba ve gayretin, her ilerlemenin önü kesilmiş olur böylece.
Yeis halini fazla tasvir etmeye ihtiyaç yok zira maalesef çoğumuzun yakından bildiği bir haldir. Bizim için önemli olan bu halden nasıl çıkacağımızdır.
Öncelikle bilmeliyiz ki madem yeis bizi manen öldürüyor öyle ise manevi bir intiharı planlamayan hiç kimse kendisine böyle bir kötülüğü etmez, edemez. Yani bu yeis bizim fıtratımızda bulunan ve bize ait olan bir şey değildir. Uzun zaman beraber yaşamış isek kendimizin zannedebiliriz ama bize verdiği zarara bakınca bizden olamayacağını anlayabiliriz.
Fıtratımızda yoktur demek bize arız olmaz demek değil elbette. Zira şeytan bizim kan damarlarımızda geziyor ve şeytan mutlak yeistedir. Sadece bir an boş bulunmak ve gayemizi unutmak veya gayesiz olmak onun harekete geçmesi için yeterlidir. Zaten her an tetikte bekliyor ve bulduğu hiçbir boşluğu kaçırmıyor.
Evet nasıl ki kainatta boşluk yok, gayesizlik ve abesiyet yok, bizim hususi alemimizde de olmamalı. Mümin olmamız hasebi ile en azından hayatımızın bütününde Allah ile irtibatımızı kuvvetlendirmek gibi bir gayemiz vardır. Risaleleri okuyor olmamız hasebi ile imanımızı kuvvetlendirmek ve başkalarının imanının kuvvetlenmesine hizmet etmek gayemiz vardır. Hal böyle iken öncelikle Allah’tan uzaklaşmaya sebep olacak şeylere karşı uyanık olmamız gerekir. Bizi Allah’tan uzaklaştıracak olan da en başta nefsimiz ve şeytanımızdır. Öyle ise bu ikisini iyi tanımak, tuzak ve hilelerini bilmek ve onlara karşı uyanık olmak durumundayız. On Üçüncü Lem’a şeytanın hilelerini etraflıca anlatıyor. Ye’s hastalığı ve ilacı ise Mesnevi-i Nuriye’de Katre risalesinin zeylinde yerini almış, ayrıca eski Said eserlerinde de mevcut. Bunları tekrar tekrar mütalaa etmekte fayda var.
Bazen öyle oluyor ki devalar elimizde olduğu halde onları yaralarımıza sürmekte zorlanıyoruz. Mesela yeisin ilacını okuyup duruyoruz ama yeisten bir türlü kurtulamıyoruz. Çünkü ilacı alıp tatbik etmekte sıkıntımız var.
Hutbe-i Şemiye’nin ikinci zeyli ve Sünuhat’ın bazı baskılarının ahirinde “Devaü’l-Ye’s” tesmiye edilen bir parça var ki yeisin hem sebeplerini hem de kurtuluş yollarını gösteriyor.
Bahsettiğim parçadan anladığım kadarıyla yeisten kurtulmak için teavün, tearüf, telahuk-u efkar ve müspet müsabaka, muhabbet, ittihad, marifet ve uhuvvete sarılmak gerekiyor. Yani birbirimizi tanımak, yardımlaşmak, fikirlerimizi paylaşarak çoğaltmak, pozitif rekabeti teşvik etmek, birbirimizi sevmek, kardeşliğimizi Kur’anî çerçevede tesis etmek durumundayız. Birbirimiz için en yakın dost ve en fedakar arkadaş ve en güzel taktir edici yoldaş ve en civanmert kardeş (İhlas Risalesi) olmak gerekiyor. Bizler hem aynı davaya hizmet ettiğimizi söyleyip hem de birbirimizin şevkini kıran, birbirimiz ile rekabet eden, hayırlı bir hizmet bizim aklımızdaki dar kalıplara uymadı diye birbirimizin önüne set olan olmamalıyız.
Şefkat, merhamet, hürmet, muhabbet ve fedakarlık ile mükellef iken hakaret, nefret, beğenmeme ve hafife alma, cahil gösterme, büyüklenmeyi bunların yerine ikame edemeyiz.
Burada Muhakemat’ın On Birinci Mukaddeme’sinin Hâtimesindeki şu parçayı da dinleyelim:
“Tenbih : İltizam-ı hilaf ve taassub-u barid ve meyl-i tefevvuk ve hiss-i taraftarlık ve vehmini bir asla irca’ ile kendine özür göstermek, arzusuna muvafık olan zaif şeyleri kavî görmek ve gayrın tenkisiyle kendi kemalini göstermek ve gayrı tekzib veya tadlil etmekle kendi sıdk ve istikametini îlan etmek gibi sefil ve süflî emirlerin menşei olan hubb-u nefis ile böyle makamlarda mugalata ederek çok bahaneler bulabilir.”
Madem biz Allah’ın kuluyuz her işimizi Allah’a nispet edeceğiz. İşlerimizi O’nun şeriatı mihengine vuracağız. Başkasının eksikleri üzerinden kendi mükemmelliğimizi ilan edemeyiz. Kendi doğruluğumuzu başkasının yalancılığı üzerinden pazarlayamayız. Başkasını doğruluğumuza ölçü yapmayı çok istiyorsak ancak Hz. Ebu Bekir-i Sıddık üzerinden kendimizi tartabiliriz. Çünkü sıddıkiyetin sembolü O (ra) olmuştur.
Kendi içimizde düştüğümüz yeis, mü’min kardeşlerimize şevk verme makamında onların önünü kesmiş olmaktan tevellüt etmesi hiç de akıldan uzak değildir. Tüm ehl-i iman bir vücudun azaları gibidir, eğer kolumu kesersem acı çekerim. Eğer mü’min kardeşimi yeise atmışsam elbette yeis içinde acı çekeceğim.
Öyle ise hem kendimizi hem de mü’min kardeşlerimizi ümitlendirmek için gayret etmeliyiz. Ümide medar fazlasıyla nimete mazhar olduğumuzu fark etmek ve fark ettirmek için gayret göstermeliyiz. Kur’an’ın yaşanılabilir olduğunu ve ancak Kur’an medeniyetinin yaşanması ile umumî saadete erebileceğimizi iç âlemimizde ve dünyada ispat etmek gerek.Mardin’de önümüzdeki günlerde düzenlenecek olan “Kur’an Medeniyeti Sempozyumu”nun bu yolda önemli bir adım olacağını umuyoruz. Tanışmak, yardımlaşmak, şevk almak ve şevk vermek, telahuk-u efkar ve pozitif rekabet adına, Kur’an’ın küre-i arzda umumen yaşanır kılınması adına anlamlı bir dua olur inşallah.
Bediüzzaman’ın “Devaü’l Ye’s” eserinin son cümlesi ile tamamlayalım:
“Ey Müslüman!
Aldanma! Başını indirme! Paslanmış bîhemta bir elmas dâima mücellâ cama müreccahtır.”