“Bediüzzaman Ruslara neden acıdı?” başlıklı bir önceki yazıdan devamla konuşalım. (Yazar burada “Okumayanlar mutlaka okusun!” demek de istiyor) Hatırlayalım: Stanley Milgram'ın veya Solomon Asch'in arayıp pek nadir rastladıkları ‘denek tipi’ kimdi? El-Cevap: Doğruya karar verirken çevresinin kem etkisinden, daha doğrusu baskılamasından, körleştirici lansesinden kurtulabilmiş vicdanlı bireydi. İşte ben, bir önceki yazıda da altını çizmeye çalıştığım gibi, bunun zikri geçen mektupta mürşidimin ortaya koyduğu bir duruş olduğunu düşünüyorum. Hatta bu iddiamı daha ileriye de taşıyorum:
“Hakikatli âlimleri hadisin ifadesiyle ‘peygamber varisi’ yapan sır da burada yatıyor!” diyorum. Neden? Açmaya çalışayım: Kanaatimce ‘peygamber’ aynı zamanda hakikati ifadesinde kavminin baskın küfrî/fasık etkisinden sakınabilmiş ve fıtratının saflığını ismet derecesinde muhafaza edebilmiş insandır. Vahyedileni tebliğde hiçbir tereddüt yaşamamıştır. Bunu elbette Allah'ın inayetiyle/hidayetiyle başarır. Ve her peygamber bu yönüyle aynı zamanda insanlığa bir 'asl-ı insana dönüş çağrısı'dır. Beşeriyete bahşedilmiş bozulmamış fıtratlardır peygamberler. Ve o bozulmamış aynalar üzerinden insanlık kendi günahkârlığının çirkinliğini seyreder. Hakikate uyanır. Aslına ayılır. Güzelleşmeye doğru gayretlenir. Yani, bu perspektiften bakarsak, ‘ismet’ sadece ‘günahsızlığın’ değil 'etkilenmemişliğin' de ifadesidir.
Kur'an'ın ‘Furkan’ olmasının bir sırrı da budur. Doğru ile yanlış evveliyetle nübüvvetin hayat ayracıyla ayrılır. Vahiy de ancak bu ayracın sahibine emanet edilir. Hem peygamberler, hem de onların hakiki mirasçıları olan âlimler, doğruya karar verirken bunu çevrelerinin etkisiyle ve lansesiyle değil, nasların kendilerine verdiği bakışla, imkanla, çerçeveyle ve dengeyle yaparlar. el-Emîn oldukları zaten yaşamlarının tasdikiyle sabittir. Bu tebliğlerinin deliline dönüşür.
Elhamdülillah. Yüzlerinin kalabalığa değil öncelikle naslara dönük oluşu onları çevrelerinin kem etkilerinden korur. İçinde şüphe olmayan bir bilgi kaynağından yapılacak hakikat çıkarımı elbette beşerin aldanmaya ve aldatmaya meyyal temayüllerinden daha istikametlidir. Böylece doğru ‘trendler üstü’ bir anlam kazanır. Kur’an korunmuştur. İstikametli hayat vahyin ilk müfessiri olarak hazırdır. Hadisleri kaynağıdır. Yine Kur'an'ın bağlamına ve onunla en güzel dönüşmüşlerin örnekliğine yakın olanların sözleri de sağa-sola bakmadan önce bakılacak üçüncü, dördüncü 'doğruluk ölçüsü' olarak hazırdırlar.
Milgram'ın veya Asch'in üzerinde çalıştığı etkilenmiş bireylere bedel, İslam âlimi, kendisini zamanının arzîliğinden bir ölçüde soyutlayıp Asr-ı Saadet'in semavî bağlamına güdümlenmiş durumdadır. Bu hakikatin koruyucu hekimliğidir. Asr-ı Saadet’in normlaştırılması günaha/yanlışa elbette daha yatkın başka zamanların normlaştırılmasına karşı kıymetli bir tedbirdir. Yezit bu ümmet için asla bir Hitler etkisi yapamaz. Çünkü Asr-ı Saadet’i aşıp idealleşemez.
İçtihad Risalesi'nde mürşidimin bu konuya dair pekçok izahı olmakla birlikte en özet biçimini 'arzîlik' ve 'semavîlik' kavramlaştırmalarında buluyorum. Ve onları bencileyin şöyle konumlandırıyorum: Selef-i Salihîn hüküm verirken yüzleri semaya dönük insanlardı. Kıstasları semadan gelen kıstaslardı. Sağları-solları değildi. Twitter rt’leri, Facebook like’ları, Youtube’daki izlenme sayıları değildi. Yani ki popüler kültürleri değildi. Bu yüzden içtihadları da arzî değildi. Arza sadece basıyorlardı. Üstlerindeki göğe bakıyorlardı. Herbiri bir yıldız olan sahabeyi tefekkür ediyorlardı. Fakat biz seküleriz. Yüzümüz arzımıza dönük. Meşruiyetimizi kalabalıktan arıyoruz. Karıncalarla meşgul oluyoruz. Kıstaslarımız da arzdaki hâkim söylemden etkileniyor. O yüzden içtihadlarımız arzîlikten kurtulamıyor. Milgram'ın ve Asch'in da tecrübe ettiği şekilde çevre etkisiyle apaçık doğruyu yanlışa tercih edebilen deneklerle doluyuz.
Ben bu deneylerin bir yönüyle İçtihad Risalesi'ne de delil oluşturduğunu düşünürüm. Ve o Rusya’nın masumları için içi yanan o mektubun II. Dünya Savaşı şartlarında yazılmasını daha zengin anlarım. Evet. Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi: Almanlar ve Ruslar arasındaki bu kanlı muharebede muhtemelen Türkiye halkının büyük bir çoğunluğu Almanları tutmaktadır. Ne de olsa bir önceki savaşta müttefikimizdirler. Hem de Rusların Anadolu'da döktükleri kan daha kurumamıştır. Komünizmin baskısı Türkiye'de hissedilmektedir. Bu şartlarda mantıklı olan Almanların Ruslara karşı askeri başarılarına sevinmektir. Konjonktür bu sevinci desteklemektedir. Peki, özbeöz yeğenini Ruslarla harpte kaybeden, yıllarca ellerinde esir kalan Bediüzzaman, Kastamonu'da talebelerine 'ne içerikte' bir mektup yazmıştır?
"Üç dört aydır ki, dünyanın vaziyetinden ve harbinden hiçbir haberim yokken, Avrupa'da, Rusya'daki çoluk çocuğa acıyarak tahattur ettim. O mânevî ihtarın beyan ettiği taksimat bu elîm şefkate bir merhem oldu..."
İşte bizi modernistlere/reformistlere karşı daha tedirgin hale getirmesi gereken birşey de bu: Modernistler, normalde Kur'an'dan ve sünnetten çıkarılmış hükümlere göre hareket etmeye eğitimli olan müslümanları, konjonktür üzerinden meselelerini referanslandırmaya alıştırarak, seküler zihinli hale getiriyorlar. Etkileri altında kalanları daha arzî beyinlerle donatıyorlar. Bu arzî beyinlerin, özellikle fitne zamanlarında, istikametinden emin olamayız. Konjonktüre göre fetva vermeye alışanların ikilemlerde kaldıklarında nerede duracakları belli olmaz. Çünkü maslahatçılardır. Siyasete bakışları da, fıkha bakışları da, nefsin fayda eksenine kaymıştır. Kıstasları anlıktır. Konjonktüreldir. Menfaatçidir. Ve Bediüzzaman'ın dediği gibi: "Menfaat üzerine dönen siyaset canavardır."
Yani arkadaşım, unutmayalım, biz Ehl-i Sünnet usûlü sayesinde içimizdeki canavardan da kurtuluyoruz. Bir usûl sahibi olmak insten ve de cinden şeytanların cerbezeli söylemleriyle etkilenmekten bizi koruyor. Belki biraz da bu yüzden İmam Zahid el-Kevserî Hazretleri böyle diyor: “Mezhepsizlik dinsizliğin köprüsüdür.” Zira bu usûlsüzlük illa vusûlsüzlüğe gider.