Yılmaz Yılmaz geçtiğimiz günlerde ikinci öykü kitabı Sabahleyin Bir Tantana’yı yayınladı. Aslında kitabın ismi tantanalı olsa da Yılmaz, öyküleriyle modern zamanların sorunlar yumağında bocalayan insanını salim, dingin sığınaklara davet ediyor. İlk kitabı Sâlik Yola Düşünce ile başladığı insan odaklı öyküler söylemeye devam ediyor bu kitabıyla da. Yılmaz Yılmaz ile son kitabını, hikâyelerini ve edebiyata bakışını konuştuk.
Yılmaz Bey, öncelikle kısaca sizi tanıyabilir miyiz?
Ceyhan’da doğdum 1980’de. Kırşehir’de [Gazi Üniversitesi, Eğitim Fak.] okudum üniversiteyi. 2003’ten bu yana Türkçe Öğretmeni olarak devam ediyorum hayatıma. Okumaya çalışıyorum, özelde öykü ve öykü üzerine eleştiri, inceleme türü kitapları okumaya gayret ediyorum. Arada öykü yazıyorum. Ustaların himmetiyle pişmeye çalışıyoruz. dunyabizim.com’da kitap tanıtım yazıları ve kültür-sanat haberleri yazmaya çalışıyorum.
Kitabınıza geçmeden önce; neden öykü yazıyorsunuz, neden öyküyü seçtiniz?
Söylemek istediklerim vardı, söyledim. Beni rahatsız eden şeyleri söyleyerek rahatladım. Yazdıklarımda bir mesaj kaygısı taşımadım ama insan okunmak için –daha doğrusu, dinlenmek için, konuşmak için, yazar en nihayetinde.
Derdimi ifade ediş tarzım yazmak. Elbette ki herkes derdini bu yolla ifade etmez, etmeyecektir. Ben bu yolu denedim. Af buyurun, keyif eşekte olur, demiş atalar. Onun için rahatımız kaçsın, rahatsız olalım istiyorum. Kendi rahatı için köyler yakan, yurtlar bozanlar varken konuşmak düşüyor bize.
Çok büyük bir iddiam yok ama yine de yaşarken takılıp kaldığım noktaları yazıyla göstererek tepkimi dile getirmiş oluyorum. Eskimez güzellikleri arıyorum. Ümit hep var.
Neden öyküyü seçtiğimize gelince: Bilinçli bir tercih değil, kalem aktı mecrasını buldu desem yeridir. Üniversite yıllarında çok kitap okudum, halen okuyorum. Bu okumalar sanırım beni öykü türüne yakınlaştırdı. Bir de biraz önce söylediğim gibi yazma dürtüsü [sevk-i ilahi diyelim biz buna isterseniz] varsa eğer içinizde, zaten o dürtü ne yazacağınıza, nasıl yazacağınıza da karar veriyor. Şiir de yazdım. Şiir denmez ya neyse... Yani kendi yolunuzu bulana değin farklı türler denediğiniz olur. Ben de denedim. Öyküde karar kıldı ruhum. Bir de öykü -mesela romana nazaran- daha karmaşık bir tür... Yani romanda vakit vardır, anlatırsınız. Söylersiniz söyleyeceğinizi roman aracılığı ile. Okur da bir romana başladığı için bilir ki romancının derdi uzun uzun dertleşmektir okurla. Öyküde sözü kısa yoldan söylemeniz gerekiyor ama sözün kıymetini de düşürmeden.
Güçlü bir hikâye geleneğimiz var. Modern hikâyemiz de bu oranda güçlü mü sizce? Hikâyecilerimiz gelenekten ne kadar besleniyorlar? Edebiyat ortamını bu açıdan nasıl değerlendiriyorsunuz?
Modern hikâyemizin gelenekle ilişkisi en sağlam yazarı, Mustafa Kutlu'dur. Kutlu, sırtını geleneğe, kadim medeniyetimizin birikimine yaslayan usta bir hikâyecidir. Daha çok yetmişli yıllarda başlayan bir bireysel öykücülük akımı var bizde. Bireyin toplum içindeki yalnızlığını, çıkmazlarını, sıkıntılarını, bunalımlarını taşımaya başladı bu dönemde öykücüler yazdıklarına. Bu, bir bakıma ideolojik kamplaşmanı da ürünü diyebiliriz. Yani, öyküde -ve tabi diğer türlerde- siyasal söylemi öne çıkarmak çeşitli sorunlara yol açacağı için öykücüler biraz da zorunlu olarak bireye yöneldi diyebiliriz. Bu böyle devam edip günümüze kadar geldi zaten. Aslında her edebi ürün elbette ki bir noktada okuru da tatmin etmek için, ona seslenmek için yazıldığından bireyci olduğu kadar toplumcudur da. Mesela; Mustafa Kutlu edebiyattan taviz vermeden de topluma hitap edebilen, sırtını irfanî mirasa dayayan hikâyeler yazılabileceğini göstermiştir. Rasim Özdenören bireycilerin yaptığı gibi bunalımlarla saplanıp kalmamış, insanın ontolojik boyutunu da yansıtan başarılı öyküler koymuştur ortaya.
Sizin öykü kaynaklarınızı sizden duyabilir miyiz?
Yaşamak yeterince geniş kaynaklar sunuyor zaten insana. Tabi yaşanan her hadisenin öyküye konu olması gerekmiyor. Hani, elini değdirdiği her şeyi öykü kılan yazarlar vardır ya. Şükür ki ben onlardan değilim. Tahir Sami’nin hayatını ifşa ederken giriyor bu mevzuya Kutlu. Yani neyi öykülüyorsun, niye öykülüyorsun? Yazıya konu ettiğin olay ya da kişi ne sunuyor insana ya da yazana? Ona bakarım.
Okuduğum kitaplar, izlediğim filmler, öğrencilerim, velilerimiz, bakkal, süpermarket alışverişleri, dilenciler, beli bükülmüş ihtiyarlarımız, yoksulluk, kahır, endişe, zamanın öğütücülüğü, dünyanın geçiciliği, huzur arayışı… Uzattığımız her el bir hayata değiyor sokakta. Sokağa inince engin bir kaynak çıkıyor insanın karşısına. Bu, mutasavvıfların halvet der encümen, esprisiyle özetlediği şey yani.
İlk kitabınız Sâlik Yola Düşünce, genel itibarıyla, tasavvufi izleklere sahipti. Sabahleyin Bir Tantana kitabınızda da merkezde tasavvuf olmasa da alttan alta yine tasavvufi öz seziliyor. Tasavvufla ilginizi biraz açar mısınız?
Evet, tespitiniz doğrudur. İnsan madde ve manadan mürekkeptir. Madde her zaman manaya muhtaçtır. Ten elbisesi, onun ayakta tutacak bir ruha muhtaçtır. Ten elbisesi dünyadan rızıklanıyor, ruh elbisesi dahi rızıklanmalıdır. Ruhun gıdası da hikmetli sözlerdir, Hak dostlarının nasihatleridir, Hak kelâmı ve o kelamdan nebean eden hikemiyyattır. Ruh bu hikemiyyat ile beslenir.
Beslenmemiz hikemiyyat ile olursa –tabiri caizse, sadırdan geçen satıra aksediyor.
Son olarak, öykü-ideoloji ve eser-mesaj ilişkisine nasıl bakıyorsunuz?
Genel olarak bu meselelere de değindik aslında. Benim derdim yok, diyemem ben. Derdim olduğu için yazıyorum. Bu; mesajı öncelemek, kahramanları hidayete erdirmek değil ama…
Ben nasih değilim, sadece basit bir insanım. O basitlik içinde yaşamaya ve yazmaya devam ediyorum. Ha, tutumumla yanlış yaptığımı düşünenler de olur elbette.
İdeoloji meselesine gelince… Ustalar söylenecekleri söyledi. İnsani olan öncelense daha iyi olacak gibime geliyor. Öyküyü bir siyasi düşüncenin, bir ideolojinin emrine vermek… Ben taraf olmadığım bir şey…