YÖK Başkanı Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan'ın görev süresi Cumhurbaşkanı tarafından tekrar tayin edilmek suretiyle uzatılmadığı takdirde bugün itibariyle doluyor. Göreve geldiği günden bu yana Yüksek öğretim alanında yaşanan değişim Türkiye'nin yaşamakta olduğu toplam değişim içinde önemli bir yer tuttu.
Doğrusu Türkiye'nin son 9 yıldır yaşamakta olduğu değişime en geç ayak uyduran kurum üniversite kurumu olmuştur.
Özcan'ın göreve geldiği 4 yıl öncesine kadar Türkiye'de ekonomiden siyasete, ulaşımdan uluslar arası ilişkiler düzeyine kadar birçok alanda yaşanan değişime karşılık üniversiteler mutaassıp bir dirençle kendi içlerine kapanmış ve paralel bir gelişme göstermemişlerdi. Bunda kuşkusuz eski vesayet rejiminde üniversiteye çok anahtar bir rol biçilmiş olmasının önemli bir etkisi vardı. Üniversiteler Türkiye'nin eski rejiminin muhafazası için militan bilim anlayışıyla tesis edilmişti.
Gerektiğinde bilimin kendiliğinden otoriter söylemi araçsallaştırılarak vesayeti sürdürülmüş, gerektiğinde de hem öğrenci hem de öğretim elemanlarıyla sokaklara dökülerek askeri vesayet için zemin hazırlanmak üzere zinde kuvvetler gibi düşünülmüştü. Kırklı yılarda da, ellili yıllarda da 27 Mayıs darbesine giden yolda öğrenci ve öğretim elemanlarının eylemleri çok önemli bir rol oynamıştır. Bu rolü 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubat'ta da tam kendilerine yazılan senaryoya uygun şekillerde oynadılar. 12 Eylül sonrası kurulan YÖK sistemi bu rolün daha kontrollü bir biçimde oynanabilmesini sağladı, ama YÖK'ün kurulmamış olduğu dönemlerde de üniversitelerin bu işlevi asli bir görev olarak düşünülmüştü. YÖK'ten önce üniversite sayısı nispeten daha azdı ve sonradan sayıları iyice artacağı için kontrolü de daha merkezi bir yapılanmayı gerektirmişti.
Buna karşılık, Türkiye'de yükseköğretimin gelişim çizgisi demokratikleşme seviyesiyle çok yakından ilişkili olmuştur. Üniversitelerin sayısının artması demokratikleşmenin sosyolojik zeminini kaçınılmaz olarak güçlendirmiştir. Bu ilişkiye rağmen, belki tam da bundan dolayı, üniversitelerin kontrol altına alınması iradesi de hiçbir zaman yok olmadı. Dahası tam da bu ilişkiden dolayı Türkiye'de demokratikleşmeye karşı dirençli güçlerin yeni üniversitelerin açılmasına sürekli bir muhalefeti de olmuştur. Onun için açılan her yeni üniversite bir bakıma demokratikleşme yolunda bir adım daha ileri götürmüştür. Bunun basit nedeni, yüksek öğretimin çevre unsurlarını merkeze taşıma kanallarının başında gelmiş olmasıdır. Yeni üniversitelerin açılmasına karşı sergilenen direnç de çevre unsurlarının merkeze taşınmasına dair seçkinci kaygılarla birleşmiştir.
1982'ye kadar sadece 19 olan üniversite sayısı Özal'ın girişimleriyle vefat ettiği 1993 yılında 55'e çıkmış. Yani 11 sene gibi kısa bir sürede üniversite sayısını üç katına çıkarmış. Açılan her yeni üniversiteye "tabela üniversitesi" eleştirisiyle muhalefet edilmiş, ancak o gün tabelayla açılan üniversiteler bugün hiç de fena olmayan üniversitelere dönüşmüş durumda. Hepsi de iyi bir yönetimle gelişmeye çok açıklar. Özal'ın vefat ettiği 1993'ten itibaren 2002 yılına kadar bir tane bile devlet üniversitesi açılmamış.
Ancak 2003 yılından itibaren AK Parti'nin iktidara gelmesiyle birlikte 28 Şubat'tan kalma YÖK zihniyetinin bugün daha iyi anlaşılabilen direnişine rağmen hızla yeni üniversiteler açılmaya başlandı. Vakıf üniversiteleriyle birlikte o tarihte 76 olan üniversite sayısı bugün 103'ü devlet üniversitesi olmak üzere 165'e çıkmış durumda (bu konudaki bütün verilere Prof. Durmuş Günay'ın Yüksek Öğretim ve Bilim Dergisi'ndeki makalesinden ulaşılabilir).
Her yıl 1 milyon 700 bin kadar öğrencinin üniversite okumak üzere sınava girdiği ülkemizde üniversite açılmasına karşı sergilenen bu direnci anlamak mümkün değildi.
Prof. Özcan'ın YÖK başkanlığına geldiğinde hükümetin üniversite sayısını artırma konusunda izlediği siyasete paralel olarak mevcut üniversitelere yenisini de eklemeden sadece kontenjanlarını artırmak suretiyle kapasiteyi neredeyse kısa sürede iki katına çıkarmış olması gerçekten üzerinde çok durulası bir konu. Basit bir işlemle bu kapasite artırımı yapılabiliyorduysa onca zaman okumak isteyip de kendilerine bu hak sunulmayan öğrencilerin hayatlarının hesabını kimden sormak lazım?
Eski YÖK yönetimi kafayı başörtüsü ve katsayı sorunuyla bozmuş durumdaydı. Her iki konu da okumak isteyenlere kapıları kapatmak üzere işleyen "dışlayıcı", "faşizan" bir tutuma dayanıyordu. Koca koca üniversite rektörleri bir araya gelip sadece bu dışlamayı en etkili biçimde nasıl yapabileceklerine kafaları patlatıyordu. Sonunda buldukları yollar sadece gönüllerinin ne kadar fakir, ufuklarının ne kadar dar, yaklaşımlarının da ne kadar gaddar olduğunu gösteriyordu. Ülkesine ve insanlarına dair bir gram şefkat, merhamet ve sevgi besleyen hiç kimsenin yapamayacağı şeylerdi yaptıkları. Ülkenin önemli bir kısmına karşı alenen nefretle doluydu kalpleri.
Prof. Özcan, başkanlığa geldiğinde Üniversitelerarası Kurul üyelerinin özellikle katsayı ve başörtüsü dolayısıyla kendisine karşı sergiledikleri tutumu daha dün gibi hatırlıyoruz. Başkanlığını yaptığı Kurul'un toplantısında kendisine oturacak yer verilmemiş, konuşması sloganlarla kesilerek susturulmaya çalışılmış, açık bir saygısızlığa maruz bırakılmıştı.
4 yıllık görev süresinde Prof. Özcan sadece başörtüsü ve katsayı meselelerini belli bir çözüm düzeyine getirmekle kalmadı bu iki sorunun arkaplanında da yer alan üniversiteler üzerindeki seçkinci, dışlayıcı ve faşizan tutumu gidermeye çalıştı ve bunu büyük ölçüde de başardı. Bugün adı baskıyla, dışlamayla, merkezi bir despotizmle özdeşleşmiş olan YÖK'ün ismi hala duruyor ama bu ismin arkasındaki bütün vasıflar kökten değişmiş durumdaysa, bunda Prof. Özcan'ın kendine özgü demokrat duruşu ve kişiliğinin önemli bir rolü olmuştur. 4 yıllık görev süresinin sonunda bunu şükranla kaydetmek gerekiyor.
Yeni Şafak