Yaratma iki şekilde oluyor. Biri ibda yani vasıtasız, doğrudan doğruya yaratma, diğeri ise inşa yoluyla yani mevcut varlıklardan bir yenisini süzme, sebepler yoluyla yeni bir şey vücuda getirme şeklinde. Bunların her ikisinin de en güzel misali kendi varlığımızda bulunuyor. Ruhumuz ibdaya, bedenimiz inşaya misal. Ruh bir başka şey kullanılarak, vasıtalı olarak değil doğrudan yaratılıyor. Beden ise bu kainattan süzülen gıdaların baba ve anne denilen iki ayrı fabrikadan süzülmeleriyle yaratılıyor. Her ikisi de Allah’ın ayrı birer mucizesidir ve ayrı isimlerini ilan ederler.
Çevremizde gördüğümüz varlıkların bedenleri hep inşa yoluyla yaratıldığından ve biz ruhlar alemini, melekler aleminin göremediğimizden, bazıları yanlış bir mantıkla, yaratmayı sadece inşaya inhisar ettiriyorlar ve yoktan yaratmayı inkâr ediyorlar.
“Yok var olmaz, var olan da yok olmaz.” sözü bir yönüyle doğru, diğer yönüyle yanlış. Bu sözü, maddeye ezeliyet isnat ederek yaratılışı inkâr maksadıyla söyleyenlere elbette katılmak mümkün değil. Doğru olan tarafı şu: Bugün gördüğümüz hiçbir varlık, yokluktan meydana gelmemiştir. Zira, varlık yokluğun zıddıdır. Bir şeyin kendi zıddına inkılap etmesi ise imkânsız. Kaldı ki, “yok var olur” dediğinizde, “yok” diye bir şeyin varlığını kabul etmiş olursunuz. Bu ise bir tezattır. O hâlde gerçeği şöylece ifade edebiliriz: Yok diye bir şey mevcut değildir. Görünen ve görünmeyen bütün âlemler, “yokluktan” değil, “yok iken” var edilmiş, varlık sahasına çıkarılmışlardır.
Cenâb-ı Hak, iman için, ibadet ve marifet için yarattığı insana, nice hakikatleri anlamanın da ölçülerini lütfetmiş. Bu, var olma olayının da en güzel bir misalini insan ruhunda buluruz: Bir cümleyi zihninizde kurup şekillendirdiğinizde, o cümle o anda sizin için varlık sahasına girmiştir. O artık yok değildir. Ama aynı cümle sizin dışınızdaki kimseler için yoktur. Ancak onu yazdığınızda yahut söylediğinizde cümle, başkaları için de varlık sahasına çıkmış ve kabul edilmiş olur. Siz o cümleyi zihninizde kurmadan önce böyle bir cümle yoktu, ama yoklukta değildi. Siz onu yokluk denilen bir âlemden tutup da meydana çıkarmış değilsiniz.
Yokluk hiçbir varlığın tarlası değil, tezgâhı değil, yahut hammaddesi değil. Gördüğümüz bütün şu varlık âlemi de yok iken yaratılmıştır, ama yokluktan yaratılmamıştır. Her varlığın şu harika nizamı, intizamı, hikmeti, faydası onun mükemmel bir plândan, yâni kaderden geldiğini açıkça ders verdiğine göre, ilâhî ilimde takdir edilen bir varlık mutlak yoklukta değildi. Ama biz o varlığı ancak yaratıldığı zaman görebiliyor ve ona ancak o zaman “var” diyebiliyoruz. Bu varlık, dünya sayfasından silindiği zaman da bizim için yok oluyor, ama yokluğa gitmiyor.
Yokluktan gelme olmadığı gibi, bunun bir sonucu olarak yokluğa gitme de yoktur. O hâlde, “Var olan yok olmaz.” sözü ancak, “Bu dünyadan giden varlıklar mutlak yokluğa düşmezler, Allah’ın ilminde varlıklarını sürdürürler.” mânâsında doğrudur.
Nur Külliyat'ından konumuza ışık tutan bir ders:
“Adem-i mutlak zaten yoktur, çünkü bir ilm-i muhit var. Daire-i ilim içinde bulunan adem ise, adem-i haricîdir ve vücud-u ilmiye perde olmuş bir unvandır. Hatta bu mevcudat-ı ilmiyeye bazı ehl-i tahkik ayan-ı sabite tabir etmişler.”(bk. Mektubat, On Beşinci Mektup)
Ayan-ı sabite, “eşyanın ezelden beri ilm-i ilâhîde sabit olan hakikatleri” şeklinde tarif ediliyor. Bunun bir diğer ismi de “mahiyet.”
Cenab-ı Hakk’ın zâtı birdir, ama isimleri yüzlerce, binlercedir. Hatta bazı zâtlara göre ilâhî isimler sonsuzdur. İşte bu isimler arasındaki farklılık, onların tecelli ettiği varlıkların da farklı mahiyette olmalarını zorunlu kılmıştır.
Bu ifadede bir kademe atlamış bulunuyoruz. İlâhî isimlerdeki farklılıklar, farklılığını netice verir, mahiyetlerin farklılığı da mahlûkatın farklılığını. İlim dairesindeki eşyanın yani mahiyetlerin müstakil bir varlıkları yoktur. İlim dairesindeki taş sert olmadığı gibi, insan da hayat sahibi değildir.
Allah’ın ezelî ilmindeki varlıklar, ancak yaratıldıklarında kendilerine bu âleme mahsus sıfatlar takılır. Bütün eşya, henüz yaratılmadan Allah’ın ezelî ilminde mevcuttur. Zamandan münezzeh olan Allah, eşya hakkında sonradan bilgi edinmekten münezzehtir.
“Eşya zevâl ve ademe gitmiyor, belki daire-i kudretten daire-i ilme geçiyorlar.” cümlesinde, “Eşya yokluk ve hiçlikten gelmiyorlar, belki ilim dairesinden kudret dairesine geçiyorlar.” hükmü de saklıdır. Zira, yokluğa gitmeyen yokluktan da gelmiyor demektir.
O halde, “Var yok olmaz, yok var olmaz.” sözünü söyleyenler, varlığı sadece madde âlemi olarak görmekle hataya düşmüşler, bu âlemin temel unsurlarının sabit kalmasını bir ilâhî nizam olarak değerlendirmek yerine, maddeye ezeliyet vermiş ve her şeyi maddenin yaptığını iddia etmekle hakikatten sapmış, hidayetten uzaklaşmışlardır. Ama bu cümleyi, “İlâhî ilimde mahiyetleri tahakkuk eden varlıkların bu âleme gelmeleri mutlak yokluktan değildir, bu dünyadan göçmeleri de yokluğa gitme değildir.” mânâsında kullansalardı, gerçeği ifade etmiş olurlardı.