İnsanlık tarihi tıkanan düşünce, tefekkür ve kozmik yorumlama, tasavvuf ve cihat, cenk gibi vadileri açan büyük insanlar ortaya çıkarmıştır. Büyük yol açıcılar şüphesiz ilahi bir tasarımla yeryüzüne gönderilen mukaddes peygamberler kafilesidir. Firavunun sihre istinad eden tanrısalcılık oyunu Hz. Musa gibi bir ulül azm peygamber ile darmadağın edilmiştir. Sihirbazları ile insanların itikadını çıkmaza soktuğu bir dönemde Hz. Musa sihirbazlar güruhunu “asanı yere at Musa“ hitabı ile darmadağın ediyor, sihirbazlar secdeye kapanıyor ve "Biz Musa’nın ve Harun’un ilahına inandık“ diyorlardı. Firavun’un inadı fayda vermez sihirbaz olarak secdeye kapanan insanlar mümin olarak manası değişmiş dünyayı görüyor ve mümince havayı teneffüs ediyorlardı. Ne dramatik bir sahne, ne tanrısal bir tiyatro. Allah mevki–i mualla-yı Zülcelalinden o sahneyi görünce ne kadar Bediüzzaman’ın dediği gibi “tabir edemediğimiz lezzet-i mukaddesesini“ almıştır. Allah ve kahramanı Musa, mutluluk tablosu.
Hz. Muhammed’in (asm) amcasına “yeğenine söyle bu işten vazgeçsin” diyordu Kureyş. Çünkü herkes tıkanan uluhiyyet ve rububiyet vadisini açacağını tahmin etmiyordu. “Bir elime ayı bir elime güneşi verseniz bu davadan vazgeçmem diyordu” Cenabı Nebi. Yollar Allah’a açılmış, Nebiyi Zişan ayrıldığı Mekke’ye giriyor, ağlıyor, tevazunun en azamisini gösteriyordu.
Sultan Alparslan bir yol açıcı idi, Fatih de öyle idi. Yavuz, dikenlik olan Anadolu ve İslam dünyasını gül bahçesine çevirdi. Mehmet Kırkıncı hoca da bu kafilenin üyelerindendi. Ne mutlu yol açanlara, ne mutsuzdur, bırakıp kaçanlar.
Bir yol ki Allah’a çıkar
O’na çıkmayan yoldan ne çıkar.
18. yüzyıl materyalizm ve natüralizmin, nihilizmin dünyayı tersyüz ettiği bir dönemde, Bitlis’te bir çocuk dünyaya gelir. Önce lügat ezberler, silahları kelimelerdir. Mesela “istihale-i inikasiye“ gel bu kelime grubunun anlamını düşün, daha neler neler. Garbın fesat şebekelerini “ve Allah insana beyanı ve kalemi kullanmayı öğretti” telkini mucibince dünya tarihinin tıkanan temalarını yıkmak için hazırlandı. Medrese ilminin bütün temel kitaplarını taradı, eskiyen kısımlarını eledi, harmanladı. Sonra batı ilminin ve felsefesinin temel kitaplarını okudu. O tarihin en harika yol açıcılığına hazırlanıyordu. Sonra siyaset vadisinde ne yapılıp yapılamayacağını yaşadı, trajik olayların içinden alnının akıyla çıktı, ama karar verdiki, dejenere bir toplumu yenilemeden siyasetin başarısı olmaz. Yenileşme tarihimizde onun gördüğü hastalıkları kimse göremedi. Öldükten sonra itikadı tıkanmış bir düşünce idi, melekler, peygamberlerin gereği ve Peygamberimiz (asm) daha nice temaları kendisine gelinceye kadarki yorumlarını okumuş ve yeni yollar açmıştı. Kırk yıl hapis ve sürgün ve zulümden sonra yolları açmış, eserlerini bastırırken artık materyalist ve nihilist düşünce yıkılmıştı, “bugünler benim bayramım” diyordu.
Erzurum’da bir baba, kendinden önce bir alime hasret bir babanın oğlu olarak yaşıyor. Medreselerin kapatılıp Osmanlının yıkıldığı, Osmanlı olan herşeyin dağıtıldığı bir dönemde, elinden tuttuğu yavrusunu sabahın erken saatlerinde bir alimin dersine götürüyor. Etrafı kolaçan ediyor, oğluna kol kanat geriyordu. “Osmanlıyı ve onun değerlerini yıktık başardık” diyen vücutları şaibeli adamlar perde arkasında kadehlerle mutluluk tablosu çizerken, o çocuğun ayakları geleceğin, dağ gibi engellerini aşmaya doğru gidiyor, herkesin ye’s-i mutlaka düştüğü bir dönemde o küçük çocuk ilim okuyor, daha sonra başka bir şehre gidiyor, bir büyük yol açıcı ile o esnada tanışıyor. Ruhundaki heyecan Şemsi gören Mevlana gibi fırtınalara dönüşüyor, o büyük cazibe okyanusuna katılıyor, onun efkarı ve kendi yorumu ile bir dershane açma sevdası ile yanıp tutuşuyor. Aldığı anahtarlar iade ediliyor ama o yılmıyor, sonra bir büyük zatın himayesinde bir mekanda büyük bir öğretiyi yayıyor. Hapisler, zulümler, tarassutlar, onu yolundan vazgeçirmiyor.
Felek her türlü esbab-ı cefasın toplasın gelsin
Dönersem kahpeyim millet yolunda bir azimetten
Dünyada ne bulduk ki ölümden de korkulsun
Arş yiğitler vatanın imdadına
Sana senden gelir bir işte imdad lazımsa
Ümidin kes zaferden gayırdan imdad lazımsa
Şehzade edalı boyu bosu, sakalı insan üzerinde emniyet ve ürperme doğuran bu zat Medrese ilminin bir büyük allamesi olarak Risale-i Nur’a karşı teslimiyetle boyun eğiyor. Çarpıcı zekası, dehasal temsilleri, çıkmazları çözen yorumları, insani tavırları ile üniversite hocaları ve öğrencilerini etkiliyor. Etrafında bir akademi, Risale Akademi oluşuyordu. Meclubu olduğu zata bir üniversite açıldığını bildirir. Talebeler dinsizdir. O acip zat “ona o üniversite benim üniversitem olacak“ diyor. Şerçil mebhut, hoca hayrette, yola devam. O üniversite benim olacak diyen zatın bu cümlesinde Kırkıncı Hoca var, çünkü o üniversiteyi taş taş inşa eden, onun gayret ve himmetidir.
Ben yıllarca onun üniversite hocaları üzerinde tesirini gördüm. Yeni insanlar Bediüzzaman’a katıldılar, sonra Anadolu’ya dağıldılar. Eğer onun gibi etkileyici izahlarla nurlar anlatılsaydı daha nice üniversiteler “benim üniversitelerim” hitabına layık olacaktı. Harika bir ilim sevgisi, güzel olan her fikre açık, hayran, etkileyen, etkilenen, şumüllü bakan, tarihe, sanata, felsefeye, topluma hakim bir adam Erzurum’un görmediği bir yüzbin kişilik özel bir topluluk tarafından dünyadan ahirete uğurlandı. Acaba nasıl karşılandı öbür tarafta, neler oldu?
Ama bu büyük yol açıcı Üstadının telkinleri ile ahirete göçtü, mutlu göçtü.
Şimdi Erzurum’da bütün çalışmalar meyve vermiş. Büyük adam “Ben bana düşeni yaptım çocuklar, sıra sizde” diyerek ebediyete intikal etti.
Ölüm asude bahar ülkesidir her rinde diyor, yine bir büyük şair, o asude bahar ülkesine gitti.
Kanuni Sultan Süleyman ölünce büyük şair Baki ona bir mersiye yazar, Kanuni Sultan Süleyman Mersiyesi. Bu topraklar için Kırkıncı Hoca, Kanuni kadar büyük bir adamdır. O mersiyeyin bir kısmını buraya alıyoruz.
TERKÎB-İ BEND’DEN
Mersiye-i Hazret-i Süleymân Hân aleyhi’r-rahmetü ve’l-gufrân
(Birinci bend)Ey pây-bend-i dâm-geh-i kayd-ı nâm ü nengTâ key hevâ/yi meşgale-i dehr-i bî-direngAn ol günü ki âhir olub nev-bahâr-ı ömrBerg-i hazana dönse gerek ruy-ı lale-rengÂhir mekânının olsa gerek cür’a gibi hâkDevrân elinde irse gerek câm-ı ayşa sengİnsân odur ki âyine veş kalbi sâf olaSînende n’eyler âdem isen kîne-i pelengİbret gözünde niceye dek gaflet uyhusuYetmez mi sana vâkıa-i şâh-ı şîr-çengOl şeh-süvâr-ı mülk-i saâdet ki rahşınaCevlân deminde arsa-i âlem gelürdi tengBaş eğdi âb-ı tîğına küffâr-ı EngerüsŞemşîri gevherini pesend eyledi FrengYüz yire kodu lûtf ile gül-berg-i ter gibiSanduka saldı hâzin-i devrân güher gibi1. Ey şan ve şöhret düşüncesinin tuzağına ayağı bağlı olan kişi, bu kararsız dünyanın işleriyle uğraşma hevesi daha ne zamana kadar sürecek?2. Ömrünün ilkbaharının son bulup lâle renkli yüzünün güz yaprağına döneceği o günü düşün.
3. Sonunda senin de hayat kadehine feleğin elinden bir taş gelecek ve yerin, kadehin son yudumu gibi toprak olacak.
4. Gerçek insan, yüreği ayna gibi temiz ve lekesiz olan in¬sandır. Eğer sen de insansan, göğsünde bu kaplan kini ne arıyor?
5. Bâkî da ibret alması gereken gözünde bu gaflet uykusu ne zamana kadar sürecek? Sana aslanpençeli pâdişâ¬hın başına gelen olay ibret alman için yetmez mi?
6. O, mutluluk ülkesinin usta binicisi pâdişâhın atına, dola¬şırken dünyâ alanı dar gelirdi.
7. Macar kâfirleri onun kılıcının suyuna baş eğdiler. Fransız kâfirleri de kılıcının cevherinin tadını tadıp beğendiler.
8, Taze gül yaprağı gibi yüzünü yavaşça yere koydu. Devran hazinecisi de onu değerli bir mücevher gibi sandığa yerleş¬tirdi.
1. Olsun gamunda bencileyin zâr u bî-karâr
Âfâkı gezsün ağlayarak ebr-i nev-bahâr.
2. Tutsun cihâm nâle-i mürgân subh-dem
Güller yolınsun âh u figân eylesün hezâr
3. Sünbüllerini mâtem idüp çözsün ağlasun
Dâmâne döksün eşk-i firâvânı kûh-sâr
4. Andukça bûy-ı hulkunı derdünle lâle-veş
Olsun derûn-ı nâfe-i müsg-i Tatâr târ
5. Gül hasretünle yollara tutsun kulağını
Nergis gibi kıyâmete dek çeksün intizâr
6. Deryâlar itse 'âlemi çeşm-i güher-fesân
Gelmez vücûda sencileyin dürr-i şâh-vâr
7. Ey dil bu demde sensin olan bana hem-nefes
Gel nây gibi inleyelüm bârî zâr zâr
8. Aheng-i âli u nâleleri idelüm bülend
Eshâb-ı derdi cûşa getürsün bu heft bend
4. Bent:
1. İlkbahar bulutu senin acından benim gibi ağlayıp dövün¬sün; ağlaya ağlaya ufukları çepeçevre dönüp dolaşsın.
2. Sabah vakti öten kuşların iniltileri dünyayı tutsun. Güller saçlarını başlarını yolsunlar, bülbül âh çekip feryat etsin.
3. Dağlar yas tutup, sümbüller saçlarını yolsun, ağlasınlar; sel gibi akan gözyaşlarını eteklerine döksünler.
4. Güzel huyunun kokusunu andıkça, Tatar miskinin göbe¬ğinin içi, derdinle lâlenin içi kapkara olsun.
5. Gül senin ayrılığın üzüntüsüyle yollara kulak verip dinle¬sin. Nergisin yaptığı gibi kıyamete kadar senin gelmeni beklesin.
6. İnci gibi gözyaşları döken göz ağlamaktan dünyayı denizlere döndürse, yine de senin gibi büyük, değerli bir inci meydana getirmez
7. Ey gönül, bu anda bana dost olan yalnız sensin. Gel bari ney gibi birlikte ağlayıp inleyelim.
8. Ahımız ve iniltilerimizin sesini göklere yükseltelim. Bu yedi bend, padişahın derdini çekenleri büsbütün coştursun.
Kanuni ve Kırkıncı Hoca’ya rahmet.