Şaşkın gözlerle bakıyor bana. Yerinde duramıyor. Herkesin saygıyla dinlediği birini sorgulamanın bedelini ödemekten çekiniyor olmalıydı. Söyleşi sonrası sorulara o da katkıda bulunuyor. Ama özellikle bir alıntı yaparak soruyor. Risale-i Nur’dan alıntı yapıyor. Hem beni Risale-i Nur’dan bahsetmeye zorluyor hem babasından miras aldığı görevi yerine getiriyor. Söz, mutlaka Bediüzzaman Hazretlerine getirilmeli. Bu önemli. Bediüzzaman Hazretlerinin bahsettiğinden belki de daha önemli Bediüzzaman Hazretlerinden bahsetmek.
Sahnede onun olduğu tarafa doğru yürüyorum. Adını soruyorum. Söyleyince, şaşırmıyorum. Adına ekli “Nur” kelimesini üstüne basa basa tekrarlıyorum. “Sena Nur kardeşiniz çok özel bir hatırlatma yaptı!” diye karşılık veriyorum. Bu genç yaşta, bedeli ödenerek söylenmiş bu derin anlamlı cümlenin nöbetini tutmanın, şık bir atıfta bulunmanın önemini vurguluyorum. Cümlenin Üstad’a ait olduğunu tekrarlıyorum. “Benim Üstadımdır!” diyorum gençlerin önünde. “Ben de Risale-i Nur mektebinde yetiştim…” diyorum. Memnun oluyor Sena Nur! Seviniyor. Üstad’dan söz etmeme nedenimin korku, utanma ya da çekinme olmadığını anlasın istiyorum. Üzerine titrediği Risale-i Nur’un üzerine ben de titriyorum. Bundan emin olsun istiyorum. Dinin sığ bir taraftarlığa dönüştüğü yerde Üstad’ın uğrunda ağır bedeller ödediği çabası, henüz adı konulmamış sessiz devrimi nasıl es geçilebilir ki! Sena Nur’un bu tatlı zaferi memlekette olan babasına anlatacağından eminim.
Öğrenci yurdundan ayrılmak üzereyken yanıma yaklaşıyor Sena Nur. Asıl sorusunu o zaman çıtlatıyor: “Yazdığınız kitaplar Risale-i Nur’a perde olmuyor mu?” “İşte bu!” diyorum içimden. Gencecik bir yüreği, nazenin bir gönlü rahatsız edeceğe benziyor bu soruya “Hayır!” gibi keskin bir cevap vermek. Sorusunu hiç duymamış gibi başındaki örtüyü işaret ediyorum parmağımla. “İpek mi başörtün?” “Evet” diyor; yarı şaşkın. “Yani başörtün ipeğin yorumlanmış hali… İpeğe senin için özel olarak şekil, renk ve desen verilmiş. Sence başörtünün varlığı ipeği gölgede bırakıyor mu?” Yurt bahçesinin alacakaranlığında yüz ifadelerini net göremiyorum ama sarsıldığını fark ediyorum. Son yudumunu bitirmek üzere olduğum çayıma kayıyor gözleri. Boş bardağı alıp bana hizmet etmek istiyor. Onun bardağı ise ağzına kadar dolu. Soru sormaktan içememiş çayını. İçim acıyor. Bir serçeyi avuçlarımda ağırlar gibi korkarak hitap ediyorum: “Benim güzel kızım, etrafına bir bakar mısın? Burada yorumlanmayan bir şey var mı? Bak bu masa metal ve ahşabın yorumu. Bak bu duvarlar, çimento ve taşın yorumu… Örülmüş, sıva yapılmış ve boyanmış!”
“Çayını yudumla istersen” diyorum. “Yudumla da şahane bir yorumu tat. Çay diye içtiğin, çay bitkisinin yorumundan başka ne ki! Bahçelerde usulüne uygun toplandı. Kurutuldu. Fermente edildi. Türk usulü demlendi ve ince belli cam bardağa konuldu.” Bardağımın dibindeki sıcacık çayı yudumladım bu sırada. Boş bardağı koydum avucuna. Hürmetle aldı. “Bak, bu bardak, camın yorumu… İtinayla üflenmiş ve ince belli olmak üzere biçimlenmiş… Sence bu bardağın varlığı, camı unutturuyor mu? Sence içtiğin demli çay, Rize’nin yamaçlarındaki çay bitkisini gözden düşürüyor mu?”
Fazla mı üzerine gittim diye düşünmedim değil. Öfkeli değildim. Şefkatle konuştuğumdan emindim. Ama öfkem Sena Nur’a değildi; ona bu genç yaşta, onu eşsiz bir düşünür haline getirecek evrensel metni, iyi niyetli de olsa, bir taassup edasıyla takdim edenlereydi. Bir üniversite öğrencisi artık Sena Nur. Üniversiteye yakışır bir eğitim alıyorsa, Sena Nur’a okuduğu metinleri ezberlemek değil yorumlamak öğretilecek. Risale-i Nur talebesi olarak Sena Nur, varlığı ‘kitap’ olarak okumayı öğrenmiş olmalıydı çoktan. Garip ki bir sonraki sorusu, “Risale-i Nur’dan başka eserler okunabilir mi?” oldu. “Zaten Risale-i Nur’dan başka eserler okumaya gelmedin mi buraya?” diye sordum ona. “Risale-i Nur, tüm eserleri okutacak, taşı toprağı bile kitap diye anlamlandıracak bakış kazandırır sana…”
Yine de baskın bir dille konuştuğumu fark ettim. Sustu. Risale-i Nur’a sadakati, Risale-i Nur’u yorumlamamak olarak gören aile emaneti görüşün avuçlarında cam gibi dağılması Sena Nur’u sarsmış gibiydi. Acizlendiğini görebiliyordum. “Ama şunu bilmeni isterim” diye yumuşatmaya çalıştım ortamı. “Konu, benim haklılığım değil! Konu şu kızım, değerli şeyler yorumlanır. Bir şeyi yorumlanmaya değer görmüyorsak, onu işe yaramaz görüyoruz demektir…”
Uçağa yetişmem gerekiyordu. Vedalaştım Sena Nur ve arkadaşlarıyla. Arabanın kapısını araladım. Yorumlanmış metalin, kumaştan yorumlanmış koltuğuna oturdum. Şoförümüz İdris, arabayı aceleyle çalıştırdığında petrolün yorumunu başlattı aracın motoru.