Kur’an’dan Risale-i Nur Perspektifinde Günümüze Mesajlar(48)
Hz. Musa celal sıfatı ağır basan Ulul-Azm peygamberlerden biri. Hz. İbrahim’in soyundan gelmesi ona tevhit açısından daha büyük bir misyon yüklemişti. İsrail oğullarına gelen Hz. Musa’nın, zalim ve despot bir hükümdar karşısında verdiği tevhidi mücadelesine ilişkin ilgili birçok ayetlerle Kur’an’ın yer yer en çok söz ettiği bir peygamber.
Yazının konusu elbette o büyük Peygamberin hayatı değildir. Bir ayet üzerinden bize de ışık tutacak Hz. Musa’nın insanlığa nasıl bir rehber olduğuna az da olsa değinmiş olacağız.
Hz. Musa kendisine peygamberlik geldikten sonra tevhit uğrunda Firavun’a karşı verdiği cihadının bir aşamasında قَالَ لَقَدْ عَلِمْتَ مَٓا اَنْزَلَ هٰٓؤُ۬لَٓاءِ اِلَّا رَبُّ السَّمٰوَاتِ وَالْاَرْضِ بَصَٓائِرَۚ وَاِنّ۪ي لَاَظُنُّكَ يَا فِرْعَوْنُ مَثْبُوراً yani “ (Musa) dedi ki: ‘Doğrusu (muhatabına) apaçık belgeleri olan bu (vahyi), göklerin ve yerin Rabbi dışında kimsenin indiremeyeceğini sen de çok iyi biliyorsun ve ben de ey Firavun, seni artık iyice tükenip bittiğini düşünüyorum.”[1] diye hitabı, en azılı düşmana bile nasıl ılımlı bir üsluba özen gösterilmesi gereğine işaret eder.
Bu peygamberî tavra işaret etmeden önce apaçık belgeler olarak söz edilen mucizevi kanıtların neler olduğunu söylesek iyi olur. Bir önceki ayette konu edilen dokuz ayete ilişkin değişik görüşler olsa da en ağırlıklı görüş şu ki; A’raf suresinin 133. ayetinde değinildiği gibi, (1) Büyük bir yılana dönüşen asa,(2) Musa’nın güneş gibi parlayan ve beyaz olan eli, (3) Sihirbazların teslimi, (4) Kıtlık, (5) Tufan, (6) Çekirge, (7) Buğday güvesi, (8) Kurbağa, (9) Kan afeti olan dokuz mucizedir.[2] Her biri muhatabı teslime sevk eden bu olaylar, Firavun’un gözü önünde oluyor. İnsanüstü gerçekleşen bu olaylardan insanların, hele de muhatapların alacağı birçok dersler vardır. Ama asıl muhatap olan Firavun olmasına rağmen hiç aldırmayan ya da kendi çarpık inancına göre hareket edip inatçı olan da oydu.
Hz. Musa Firavun’un bunca çirkeflikleri karşısında “kavl-i leyyin”[3] denen medenice tavrını sürdürerek, “Göklerin ve yerin Rabbi dışında kimsenin indiremeyeceğini sen de çok iyi biliyorsun” demekle, bilgisini göz ardı etmeden bir anlamda ona değer veriyor. Onun aklına, aklının bir eseri olarak bütün bu mucizeleri bilip değerlendirebileceğine, öyle bir şeyden anlamayan bir kişilik olmadığına ve buna rağmen ima da olsa doğruyu hâlâ kavramamasının şaşılası olduğuna işaret ediyor. Bu üslup bunca olup bitenler karşısında son derece olumlu ve ılımlı bir üsluptu. Hz. Musa gibi adaletli ve haksızlıklar karşısında susmayan bir kişiliğin bu tavrı, elbette vahyin kontrolünde olduğunun en büyük kanıtı.
Kur’an, bu büyük peygamberin şahsında bize de ders veriyor. “Kavl-i Leyyin” yani yumuşak söz ya da yumuşak bir tutum sergilemek, bir olguyu muhataba kabul ettirmenin en kestirme yoludur. İnsan olarak bizim başkasına bir şeyi zorla kabul ettirme gibi bir görevimiz yoktur. Sunacağımız şeyin hakikat olması yanında, veriş yöntemimiz de o denli doğru olmalıdır. Ne durumda olursak olalım, medenice tavrı elden bırakmamak, insan olarak bizim en önemli görevimizdir. Özetle muhataba vermek istediğimiz, hem gerçek olmalı hem de sunuş üslubumuz güzel olmalı.
Çocuk bile sert tavırlardan hoşlanmaz; kaldı ki yetişkinlerin, hele de birçok kişilik sorunları olan insanların agresyonu depreştiren davranışlara sabırlı olmayacakları açıktır. Çevremiz kişilik bozukluklarıyla alabora olmuş insanlarla doluysa daha da özenle hareket edeceğimiz şüphe götürmez. Durup dururken çevremizde görülen hoşnutsuzlukların bu iletişim bozukluklarından kaynaklanmadığını söyleyemeyiz.
Hz. Musa’nın bir peygamber olmasının yanında insani kişiliğinin de ne denli medenice, olgunca ve hislerden uzak bir tavırca olduğunu görmek zor olmasa gerek. Kur’an, her konuda olduğu gibi sosyal ilişkilerde de nasıl bir tutum izlenmesi gerektiği konusunda bize yeterince görgü sağlamaktadır. Bir hakikati zorba da olsa Firavun gibilerine benimsetmeye gayret ederken takınılması gereken tavır, Hz Musa’nınkinden başkası olamaz. Bu tavrın karşısında hiç kimse bir bahane gösteremez. Bu tavır gerekliydi; çünkü Firavun belki de bildiğinin farkında değildi. Hz. Musa “Sen yeterlisin, gerçekleri anlamada eksiğin yoktur” diye onu olumlu tarafından yakalamaya çalışmıştı. Bu demektir ki Hz. Musa, Firavun gibi azılı bir despotu hakka davet ederken en küçük bir hata etmemişti; medeniyetin ve iletişimin gerektirdiği bütün argümanları kullanmıştı.
Firavun bütün o mucizelerin bir insan eliyle gerçekleşmesinin mümkün olmadığını elbette biliyordu. Onun despotluğu ve halkına karşı zulmü bilgisizliğinden ya da olaylardan henüz bilgi sahibi olmamasından değildi. Derinlerde olan tutarsızlığından, inadından ve despotizme varan narsizminden kaynaklanıyordu. Öylesine bir gururu vardı ki “hâşâ” tanrılığı bile kendine az görecek kadar gözü dönmüştü; tam bir sadistti ve çeşitli patolojileri olan bir kişilikti. Böylesi onmaz bir kişiliğe karşı Hz. Musa’nın bu nazikçe tavrı, Kur’an’ın talim ettiği davranış biçiminden başka değildi.
Hz. Musa, elbette bildiğini kimseden gizleyemezdi karşısında despot Firavun da olsa. İma yollu sanki bu olayların “ Göklerin ve yerin Rabbinden başka kimsenin gerçekleştiremeyeceğini bildiğin halde hâlâ inanmıyorsan” diyerek, kendi kanaatini söylemekten çekinmedi. En tatlı bir iltifattan anlamayan belki bir uyarıdan şoklanarak kendine gelebilirdi. Hz. Musa da öyle yaptı, “Seni artık tükenip bittiğini düşünüyorum.” dedi.
İnsan bildiğine ters bir davranışta bulunabilir mi? Bile bile hata ya da bir suç işlemenin altında elbette derin patolojiler var. Bazı patolojiler, yapılanların bir hata olduğu kanıtlandıktan sonra düzelebilirler; daha derinlerde olanların bazıları da düzelebilme şansları yoktur. Nemrut ve Firavun gibi azılı despotların zulümleri ardı arkası kesilmemişti. Hz Musa ne denli uğraşmışsa da Firavun’un zulme varan tavrını yumuşatamamıştı. “Ben senin sonunu iyi görmüyorum” demekle aslında Firavun’la empati koruyordu. Ona şefkat duyduğunu ima ediyordu. Onun gerçeklerden gafil olmasına sarayında yetişen biri olarak gönlü razı olmuyordu. Dost elini ona uzatıyordu. Kendisinin kesin inandığı bir sonla Firavun’un cezalanmasını istemiyordu. Ama ne çare ki Firavun’a bu güzel duygular tesir etmiyordu. Tam bir inadın eşiğindeydi. Gururunun zebunuydu.
“Bilgi”, gerçeğe ulaşmanın önemli bir adımıdır. Masumca “bilmemek” bir mazeret olabilir; öyle ya insan kapasite olarak o bilgiye ulaşamamıştır ya da onu elde etmeye fırsat bulamamıştır. “Benim bilgim yok” diyenin, ilgili bilgiye ulaştığında nasıl bir tavır içinde bulanacağı bilinmez. Bunun için Peygamber göndermedikçe bir toplum sorumlu tutulmaz. Salt aklın vahiy olmadıkça doğru yolu bulabilmesi en azından genelleşemez. Akıl vahye, yani doğruları belletmekle görevli bir desteğe, bir peygambere ihtiyaç duyar. Bu genel kuraldan hareket ederek kendisine henüz bilgi ulaşmayan birinin her hangi konuda sorumlu tutulması söz konusu olamaz. “Fetret” denilen dönemde hiç kimse sorumlu değildir.
Hz. Musa’nın, Firavun’un bilgisi olduğu konudaki endişesini dile getirmesi son derece yerinde bir uyarıydı. Firavun mademki biliyordu, o halde bildiği şeyin sorumluluğunu yerine getirmeliydi. Zaten onun despotların başında anılmasına sebep olan faktör, bildiğini koyu bir inat yüzünden söylememesi ve yapmamasıydı.
Bu bağlamda yerine getirilmeyen bilgilerin hiçbir önemi yoktur. Kur’an bu tür bilgileri kafalarında saklayanları son derece yerinde bir benzetmeyle “kitap yüklü eşekler” e benzetir. Firavun, hem bunca gerçekleşen mucizelerin Allah’tan başka bir insan eliyle yapılamayacağını biliyor hem de Hz. Musa’nın o gerçekçi uyarılarına kulak asmadığı gibi etmedik düşmanlığını geri bırakmıyordu. İnat, doğruları öğrenmede büyük bir engeldir. İslam literatürü, böylesi inattan kaynaklanan bir inkâr türünden, “Küfr-ü inadî” diye söz eder; küfrün en koyusudur. Demek sorumsuz “bilgi” bir yükten öteye geçmediği gibi bazı hastalıklı imanları da derinleştirir, daha düzelemez hale getirir. Bu çarpık imana sahip olanlar, bilgilerini cerbezede kullanırlar. Bunların elinde bilgi, başkalarının kafalarını karıştırmaktan başka işe yaramaz.
Peygamberlerin en büyük görevlerinden biri ne pahasına olursa olsun uyarıdır. Hz. Musa da bu uyarı görevini yumuşak sözden sonra yaptı; bir noktada Firavun’a karşı olan görevi bitmiş oldu.
Hz. Musa’nın Firavun’un yüzüne yüzüne “Ben senin sonunu iyi görmüyorum” demesi zalim bir despota karşı doğruyu haykırmanın en güzel örneğidir. Eğer söylenecekse, uyarılacaksa bunun çekinilmeden yerine getirilmesi gerekir. Bu bir kahramanlıktır; çünkü bir tepki ile karşılanma riski taşıyan bu tür bir davranışta asla çıkar yoktur. Yetkin ve etkin bir kişinin hatalı tutumuna tepki göstermek, aynı zamanda sorgulayan ve özgür bir toplumun da oluşmasına sebeptir. Günümüzde çıkardan uzak, genelin menfaati için en olumlu bir üslupla demokratik tepkiyi veren fertlere ne kadar ihtiyaç var!
İşte Hz. Peygamberimizin “cihadın hangisi efdaldir?” sorusuna, “Zalim sultana karşı hakkı söylemektir”[4] diye verdikleri cevabın, demokratik bir ortamın oluşması için her ferdin takınması gereken önemli bir tavra işaret eder. Biz bunu günlük hayatımızda ne kadar yapabiliyoruz?
Evet, bunu yapamadığımız sürece de ne birey ne de toplum olarak özgürlükten söz etmemiz mümkün değildir. Peygamberlerin her birinin bireye kazandırmaya çalıştıkları bu davranış biçimidir
[1] Kur’an, İsra: 102
[2] Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, cilt:3, (İlgili ayet), İnsan Yayınları, İstanbul.
[3] Zaten Hz Musa ile Hz Harun, Firavun’un hakka nasıl davet edileceği konusunda önceden bilgilenmişlerdi. Taha/44 ayeti şöyledir: اذْهَبَا إِلَى فِرْعَوْنَ إِنَّهُ طَغَى فَقُولَا لَهُ قَوْلًا لَيِّنًا لَعَلَّهُ يَتَذَكَّرُ أَوْ يَخْشَى
“İkiniz Firavun’a gidin; çünkü o, iyice azdı. Ona tatlı, yumuşak bir tarzda hitap edin. Olur ki aklını başına alır yahut hiç değilse biraz çekinir.”
[4] Ahmed bin Hanbel, 5/251; İbn Mâce, Fiten 20, hadis no: 4011-4012; Tirmizî, Fiten 13, hadis no: 2175; Ebu Dâvud, Melâhim 17