“O vaziyette esbab bilkülliye sükut etti.”
Birinci Lem’â’nın bu kritik cümlesini Ramazan Risalesi’nin ilk satırları eşliğinde okuyunca, irkildim. Doğru ya; ‘o vaziyet’ ‘bu vaziyet’tir. Oruç tutan her insan, Yûnusça bir kaderden pay alıyor. Üstad, oruçla girdiğimiz o vaziyeti, Talak Suresi’nin üçüncü ayetinin anlamına vurarak resmediyor: “Hiç ummadıkları yerden [rızıklanırlar].” Ayetin anlamına meal yapıyor halimizi.
Oruç, gönüllüce bir ‘rızık kesme’ muradıdır. Alışkanlıkları kırıp yeryüzünde taze bir heyecanla var olma denemesidir. Rızıklanmanın mutat bir akış değil; hiç umulmadık, hiç beklenmedik olduğunu görme uyanışıdır.
Atıldığı ‘oruç denizi’nde öyle bir Zat’ı arar ki insan, “hükmü hem [bedenine], hem [yerküreye], hem [zamana] geçebilsin.” Vaktin ağır akışında, yerkürenin sessiz dönüşüne, bedeninin arayışlarına kulak kesiliyor adeta. Alışık olmadığı hükümlerin geçmediğini gözleriyle görüyor. Bir tür ‘oruç gözü’, ‘oruç kulağı’ ediniyor; oruca tutunarak Yûnus’un [as] indiği kuyulara iniyor. Yeni şeyler görüyor, yeni sesler duyuyor.
Rızık umduğu her yönü perdeliyor oruç. Güvendiği her sebebi susturuyor, aşina olduğu çareleri bitiriyor. Kimseler kendisine el uzatamaz oluyor. Kendini kudretli sananları aciz bırakıyor. İmkânları tüketiyor, güvenceleri deviriyor.
Ne su çare oluyor susuzluğuna. Ne ekmek yetiyor açlığına. Gerçek sandığı rüya bitiyor. Hakikate uyanıyor insan. Dünya uykusundan doğruluyor. Hiç ummadığı yönlerden geliyor rızkı. Hiç sebepsiz doymanın tadına varıyor. Doğrudan cennette kurulmuş bir sofranın davetlisi olmak üzere terfi ediyor.
Hazır bildikleri önünden çekiliyor. Eşya ile arasındaki mesafeler açılıyor; şeffaf bir duvar örülüyor önüne. Yakınlıklarından oluyor, erişemez oluyor sıradan sandığı eşiklere. Parayla su alamaz oluyor. Ne öderse ödesin, ekmeğe erişemiyor. Kolayca geldiği için sıradan sandığı doymalar sıra dışı oluyor. Olağan diye aldandığı suya kanmaları olağanüstüleşiyor. Yeniden tanıyor ekmeği. Suyun tazeliği artıyor; billûrlaşıyor damlalar. Yeni baştan tadıyor elmayı, kirazı. Anlıyor ki kendisi kendisini doyuramaz. Görüyor ki kendisi sevdiklerine, sevdikleri kendisine rızık bulamaz. Sebepler bilkülliye susuyor, sadece Cenab- ı Hakk’ı beklemeyi öğreniyor insan.
Bir de oruç gözüyle okuyalım şu satırları, bakın, ne yeni şeyler söylüyor bize:
“Eğer bütün halk hizmetkârı[mız] ve yardımcı[mız] olsa, yine beş para faydaları olmaz. Demek esbabın tesiri yok. Müsebbibü'l-Esbab’dan başka bir melce olamadığını aynelyakin gördü[ğümüzden], sırr-ı ehadiyet, nur-u tevhid içinde inkişaf e[diyor]” değil mi?