Beğendiğimiz fikirleri tebrik, beğenmediklerimizi tenkit, elbette bir haktır. Fakat tenkitlerimizde, hissiyatımızı ve günlük sıkıntılarımızın baskısını bir kenara koymayı bilmemiz gerekir. Manevi hizmetlere ilişkin tenkit ve tahlillerimizde bize düşen, öncelikle hak ve hakkaniyet çizgisinde durabilmektir. Yoksa, taşınması zor veballere gireriz. Hep söylendiği gibi, itibar kolay kazanılmaz ama, kolay kaybedildiği çoklukla vakidir.
Görüldüğü üzere herkesçe bilinen ve genel geçer ifadelerle yazıya başlamak ihtiyacını duydum. Çünkü, hakkın hatırını korumanın gereklerine hiç dikkat edilmediğini gösterir talihsiz bir tartışma ortamından geçiyoruz. Okuduğu metnin anlamını idrak ve intikal yeteneğine sahip olduğuna inandığım bir din adamı, Kur’an’ı anlamanın çağdaş kaynaklarından birisi olan Risale-i Nur eserleri üzerinde, orijinal metne sadakat özeninden yoksun, afaki bir yaklaşımla ve keyfi genellemelerle ilme ve ilim adamı ciddiyetine sığmayan, hayret verici menfi değerlendirmelerde bulunuyor.
İlahiyatçı yazar sayın Mustafa İslamoğlu’nun, Risale-i Nurlar’ın, mensupları, hatta müellifi Bediüzzaman tarafından vahiymiş gibi kabul edildiği yolundaki asılsız iddiasını, hakkı arama çabası olarak görmek mümkün değildir. Kur’an’ın rakipsiz bir vahiy; hem de “son vahiy” olduğunu tartışmak kimsenin haddi olmadığı gibi, Risale-i Nurları böyle bir itham altına sokmaya da kimsenin hakkı yoktur. Sayın yazar, görmek istediği bakış açısını, risalelere yükleyerek afaki yorumlarıyla hem okuyucuyu yanıltıyor, hem milyonlarca insanın imanının kurtulmasına vesile olmuş risalelere büyük haksızlık yapıyor.
“En sonunda iş risaleleri Kur’an ile eşdeğer vahiy ilan etmeye gelip dayanıyor” diyen Mustafa İslamoğlu, bu sözüyle Gayretullah kaygısı taşımayan bir ithama imza atıyor. Risaleleri “Kur’an ile eş değer vahiy ilan etme” beklentisi içinde olmak nasıl bir aklın tezahürüdür? Bediüzzaman bir soruya cevap verirken, konuyu aydınlatacak ve tevile mecali olmayan şu net ifadeleri dile getirir: “Bu kainatta ve her asırda en büyük makam Kur’an’ındır. Ve her harfinde ondan ta binler sevap bulunan Kur’an’ın hıfzı ve kıraati her hizmete mukaddem ve müreccahtır.”Risale-i Nur müellifi tarafından, rakipsiz tekaddüm mevkii, bu kadar güçlü ifadelerle tahkim edilmiş Kur’an-ı Kerim’e karşı, Risale-i Nurlar için, “Kur’an’a eşdeğer vahiy” ilan edilecek iddiasında bulunmak, arşı titretecek bir bühtandır. Böyle bir iddia, aklı başında birisinden değil, ancak ihtiyardan mahrum, istiğrak halindeki birisinden sudur edebilir.
Risale-i Nurlar, kendisine ev ödevi verilmiş bazı müstahdemler eliyle buna benzer haksız isnatlara geçmişte de maruz kaldı. Özellikle seçilmiş bazı misyon sahipleri, iman hizmetinin önünü kesmek maksadına, bilerek alet oldular. Yalan yanlış iddiaları yazdılar, çizdiler. Hepsi yaptıklarıyla başbaşa kalıp, mazinin nisyan vadilerinde kaybolup gittiler. Şimdi hiç hatırlanmıyorlar. Hatırlananlar ise, hayırla anılmıyorlar. Yazdıkları yalan yanlış kağıt tomarları, ibretli utanç belgeleri olarak kıyamete kadar arşivlerde kalacak. Ama Risale-i Nurların hizmeti, selim akıllarda, hüşyar kalplerde, sönmemiş vicdanlarda makes bulmaya devam edecek. Yegane “mehazı Kur’an” olan, “Kur’an’ı kıble yap”an risaleler, elli dile çevrilmiş haliyle rıza temelinde, “Kemalat–ı insaniye” hedefinde, dünya ölçeğinde irşada devam ediyor. Sayın İslamoğlu’nu elimde hiçbir delil yokken yukarıdaki adı geçen “müstahdemler” şümulüne sokmayı kesinlikle düşünmediğimi, özellikle tenzih ettiğimi bütün samimiyetimle ifade etmek isterim. Ama ne var ki, Risale-i Nur’u ve talebelerini, akide ve muhkemat alanında, mahiyeti tekfire varacak isnatlarını kabul etmemiz mümkün değildir.
Bediüzzaman’ı, en tenkit edilemeyecek yönlerden eleştirmeye kalkmak, nasıl bir araştırmacılıktır, havsalanın alacağı bir durum değildir. Okuduğunu anlama yeteneğine sahip bir din adamı asılsız iddiaları piyasaya sürmekle ne yapmak ister ve neyin peşindedir? Herkes “kendi mesleğinin revacına” çalışmak gerekirken, “soğuk rekabet” ve hatta kıskançlık kokan dayanaksız tenkitler, halis bir niyetin eseri olabilir mi? Maksat, “Yahudileşme Temayülü”ne haklılık kazandırmak mıdır, yoksa, “Yürek Devleti”ne müellif olmak mıdır? Açık ifade etmem gerekirse, “Yürek Devleti”nde, öncelikle “kalplerin ıslahı” öngörülmekle Risale-i Nur’un muhtevasıyla örtüşen bir anlam ve yöntem benzerliği bulmuş ve sevinmiştik. Hatta ciddiyetle sahip çıktık. Hüsnü zanlarımızı boşa çıkaran bu ikili kişilikten, biz şimdi hangisine itibar edelim?
İslam’ın muhkematını, esma temelinde asrın şüphelerinden arındırmayı amaç edinmiş bir külliyatı, “vahye eşdeğer” tutma iddiasında bulunmak, nasıl bir aklın marifetidir? Risale-i Nurları, vehimden öteye gitmeyen tevillerle vahiy namzedi gösterip, yüz yıl sonra yeni bir din haline dönüştürme beklentisi, kendisine mukayyet bir din adamının sözleri olamaz. “Yürek Devleti”nin öngördüğü kalp safiyeti, hevanın tahrikleriyle kirletilmemeli.
Yazıyı son bir notla bitireceğim. Bediüzzman, talebeleriyle Eskişehir hapsinde iken, farklı cemaatten de tutuklular vardır. Hapiste, azami uhuvvet ve takva içinde gördükleri nur talebelerini kendilerine çekmek için bir gayretin içine girerler. Fakat sonuç alamazlar. Başka bir koğuşta tek başına tutulan Bediüzaman, bu olaydan haberdar olur. Bu vesile ile yazdığı mektupta şöyle der: “Hariçteki irşada hevesli zatlar, Risale-i Nurun şakirtleriyle meşgul olmamalı. Çünkü üç cihetle zarar görmeleri muhtemeldir. Takva dairesindeki talebeler irşada muhtaç olmadıkları gibi, hariçte kesretli namazsızlar var, onları bırakıp bunlarla meşgul olmak, irşad değildir.”
Birbirimizle uğraşmanın gereği yok. Eğer maksat dine hizmet ve tebliğ ise, imana ve İslam’a muhtaç milyarlarca insan var. Böylelerinin imdadına yetişmek, hepimizin ömrüne sığmayacak kadar bakir bir sahadır. Dünya-ahiret hesabını veremeyeceğimiz büyük davalara sapmaktansa, geliniz hepimize yetecek bu geniş dairede hizmete talip olalım. Hepimizin hedefi, birbirimizi çelmelemek değil, “Yürek Devleti”nin kalbi uyanık inançlı mensuplarını çoğaltmak olmalıdır.