Eğitimde inat gibi negatif duyguların yerinde ve zamanında kullanılması halinde sebat ve azim gibi pozitif duygulara dönüşeceğine önceki yazılarımda temas etmiştim. Bu yazımızda da bizzat başımdan geçen inatçılığın nasıl sebata dönüştüğünü sonrasında da zafer getirdiğini aktaracağım.
Okulumuz yurdumun ücra bir ilindeydi, öğretmen eksikliğinden dolayı derslerin çoğu boş geçerdi. Memleketime atanmış öğretmenler de ilk fırsatta tayinini büyük illere çıkarmaya gayret eder ve başını alıp giderdi. Bu yüzden özellikle matematik, fizik, kimya gibi fen bilimleri branşlarında ortaokul ve lise yıllarında doğru dürüst branş öğretmeni görmedik. Boş geçen derslerden dolayı yönetmelik gereği otomatikman sınıfta kalmayalım diye okul idarecileri ne yapar ne eder II. Dönem sonlarına doğru inşaat mühendislerinden fizikçi, matematikçi, ilkokul öğretmenlerinden fenci, tarihçi ayarlar, iki yazılı bir sözlü notu alacak şekilde birkaç konu işlenir böylece bizleri sınıfta kalmaktan kurtarırlardı. (!)
Böyle boş geçen derslerden biri de yabancı dil dersleriydi. Okulumuzda İngilizce dersi seçilmişti. Bazı okullarda Almanca ve Fransızca okutulurdu. Ders kitabı ufak boy lacivert kapaklı içinde hiçbir Türkçe açıklama olmayan tamamen İngilizce metinli siyah-beyaz resimli ve üst sınıflarda da okutulan bir kitaptı. O kitaptan aklımda kalan tek resim Liverpool futbol takımının yaptığı bir maç resmiydi. Metinde football, play, touch, side vs. kelimeleri geçiyordu. Orta 1. sınıftayken İngilizce dersimize II. dönem başında branşör Yaşar hanım girmişti. Sonraki sene başında matematikçi kocasının İzmir’e tayini çıkınca o da gitti maalesef. Sonraki yıllarda İngilizce branşında hiçbir hoca görmedik. Liseyi bitirinceye kadar çoğunluğu ilkokullardan İngilizce bildiğini söyleyen sınıf öğretmenleri doldurdu. Onlar da ya bahsettiğim kitaptan ya da kendi ayarladığı metinlerden ders anlatır vaziyeti idare ederlerdi. Onlardan da aklımda kalan güya İngilizce bildiklerini ima etmek gayretiyle ağızlarını acaip acaip bükerek “I şel goo, may buk, diz iz e pikçırr, piiz ov çoolf, coming moming” falan kelimeleri okurken kendilerini telaffuza zorlamalarıydı. Komik gelirdi koca koca adamların kelimeleri ağızlarında yuvarlamaları.
Aslına bakarsanız İngilizceyi hiç sevmemiştim. Yazılışı başka okunuşu başka olan bu dilden gıcık almıştım. Hele kitap anlamında book kelimesi buk-bok falan şeklinde okunduğu için bende (affedersiniz) çok b..tan bir dil imajı bırakmıştı. Öyle ya, kitap gibi mübarek bir nesneye book denmesi içime sinmemişti. Velhasılı kelam İngilizce dersi bir türlü anlayamadığımız, yetersiz kaldığımız derslerden biri olarak başımızın belasıydı. İnsan bilmediği şeye düşmandır ya, öğrenemediğimiz bu ders de bize soğuk ve sıkıcı gelirdi.
Bir çok filmde “Şehre bir yabancı gelir ve olaylar başlardı” şeklinde yaygın senaryo gibi benim İngilizce maceram da bu şekilde başladı. Bir akşam üstü camiden dönen babam yanında yabancı iki misafirle eve geldi. Mersin’den tayini ilimize çıkmış orta yaşlı bir amca ile benimle yaşıt bir oğlu içeriye girdiler. PTT memuru amcaya camide akşam namazı çıkışında babam, hal hatır sormuş ayaküstü sohbette yol yordam bilmeyen, kalacak doğru dürüst otel bulamayan baba-oğulu evimize davet etmişti. Yemek ve çay ikramı esnasında adı Hüsamettin olan oğlunun bizim okula kayıt yaptıracağını konuştular. Hüsamettin büyük şehirden böyle ücra, küçük bir ile gelmenin stresini yaşıyordu. Sarı saçları, mavi gözleri ve Özbeklere benzer çehresiyle sevimli bir tipi vardı. İçine kapanık duruyordu ve yaşına göre çok olgun bir eda ile konuşulanları dinliyordu. O gece bizde yatıya kaldılar ve erken kahvaltı sonrası ayrıldılar evden.
Bir-iki gün sonra okulda ders esnasında kapı çalındı ve müdür yardımcısı eşliğinde sınıfa Hüsamettin girdi. Anlaşılan bizim şubeye verilmişti. Kısa zamanda bu yeni gelen arkadaşa sınıfça alıştık ve kaynaştık. Mersin’deki eğitimin kalitesi bizimkinden daha iyiydi ki Hüsamettin, hemen her derste başarılıydı. Onunla tatlı bir yarış, bir rekabet başlamıştı aramızda. Başa baş gidiyorduk tüm derslerde ama İngilizce hariçti. Dediğim gibi altyapım sıfırdı ve bu dersi sevmiyordum. Aslında tüm sınıf sıfır seviyedeydi. Haliyle yazılı yoklamalarda hepimizin eli Hüsamettin’e mahkumdu. İngilizce dersi yazılı yoklaması başladığında Hüsamettin küçük bir kağıt parçasına cevapları yazar bir arka sıradaki arkadaşlara verir, onlar da bir sonrakine devreder böylece kopya kağıdı elden ele, sıradan sıraya gezer, herkes iyi not alarak İngilizce belasından kurtulurdu.
Kopya veren mutlu, çeken mutlu, sınıfça hepimiz mutluyduk. Güzel güzel geçinip gidiyorduk Hüsamettin’in yardımı sayesinde.
(Devam edecek…)