İnat… Sabır… Zafer… -14

Zafer AKGÜL

(Geçen bölümden devam)

Mevsim kıştı, kar her yere yayılmıştı. O yıllarda eğlenecek, spor yapacak bir salonu; karın doyuracak bir kantini bile olmayan okulumuzda yazları futbol oynamak için çevredeki boş tarlaları kullanırdık. Kışın da eğlenmek için okul binasının arkasında yer alan öğrenci girişindeki ince uzun beton platformu kullanırdık. İşte kar yağıp da yerler buz tutunca üzerinde kaydırak yapa yapa buz pistine döndürdüğümüz bu platformda teneffüslerde kaydırak oynamak tek eğlencemizdi.

Böyle kış günlerinde teneffüs zili çaldığında koşarak piste giderdik ve en uzun mesafeye kim kayacak diye kendi aramızda yarış yapardık. Bu yarışlardan birinde Hüsamettin bir arkadaşa kızmış olacak ki hıncını buz pistinden çıkardı. Biri burunda, biri ayak ayasında, biri de topuk kısmında çakılı nalça dediğimiz ökçe demirleri bulunan altı kösele kundurasını kanırta kanırta sürterek buz pistini perişan etti. Tek eğlencemizi adeta katlederek adeta hepimizi cezalandırmıştı. Sadece bana yapılan bir davranış olsa hoş görüp geçerdim. Bütün gurubun, hatta diğer sınıfta okuyanların da hukukuna saygısızlıktı çünkü onlar da aynı pisti kullanıyorlardı. Bizimkiler, başka biri olsa en az üç kişi yakasına yapışır hesabını sorarlardı. Kavga çıkarmayı bile göze alırlardı. Ama olayın faili Hüsamettin olunca hiçbiri cesaret edemedi. Çünkü Hüsamettin yazılılarda yaptığı yardımlarla, verdiği kopyalarla bizim sınıfın velinimeti sayılırdı. Kimse arası bozulsun istemiyordu. Fakat benim içime sinmedi bu kaba ve haksız davranış. Hüsamettin’e bağırıp neden bunu yaptığının hesabını sorarak üzerine yürüdüm. Sergilediği oyunbozanlık marifetmiş gibi umursamadan ”Yaptım, var mı diyeceğin?” diye karşılık verince aramızda ufak bir itişme-kakışma oldu. Arkadaşlar kavga büyüyecek zannıyla araya girdiler ve o günden sonra haliyle birbirimize küstük, muhatap olmadık.

Günler sonra İngilizce yazılısı gelip çattı. O yıllarda fotokopi ve teksir makinası yoktu. Yazılı soruları tahtaya öğretmen tarafından yazdırılır ve cevaplamaya geçilirdi. Tahtadaki soruların çoğunu anlayamadım ve cevaplarını bilemedim. Mantıksal bağ kurup anlamaya çalışacaktım ama İngilizce kelime hazinem de yetersizdi. Öylece boş boş kalem gezdirdim yazılı kağıdı üzerinde. Neyse ki Hüsamettin adet olduğu üzere cevapları bir kağıda yazıp arkadaki sıraya vermişti bile. Kopya kağıdı sınıfta dolaşarak benim sıraya da gelecekti. Sıkıntı yoktu. Sürenin bitimine dakikalar kala kopya kağıdı sıra arkadaşım Emin’in eline geçti. Çarçabuk cevapları döşeyen Emin kopya kağıdını bana vermeyip arka sıraya devretti, şaşırmıştım. Öğretmene sezdirmeden dirseğimle koluna vurarak beni atladığını hatırlattım. Emin pek oralı olmadı. Kopya kağıdı elden gitmişti, bari Emin’in kağıdına bakarak cevapları yazayım dedim. Fakat Emin, kolunu yazılı kağıdının üzerine kapatıp onları da göstermedi. İlkokul 3. sınıftan beri aynı sırayı paylaştığım Emin bana bunu nasıl yapardı? Şaşkınlıktan kanım çekilmişti. Boğazımda bir yumruk hissettim o anda. Öylece kalakaldım perişan yazılı kağıdıma bakarak. Zil çaldı, kağıtlar toplandı, öğretmen sınıftan çıktı ve ben hayal kırıklığıyla Emin’e neden böyle yaptığını sordum. Aldığım cevap hayatımın unutulmaz derslerinden biri oldu. ”Hüsamettin bana Zafer’e kopyayı vermeyeceksin, dedi. Benden söz aldı. Ben de bu yüzden vermedim.”

İkisinden de beklemediğim bu ihanet, içimde bir volkan patlaması yaptı. Tam bir hafta kendime gelemedim. Darbe en yakından gelince insan gerçekten yıkılıyor, bitiyor. Hani derler ya, insan yaptığı yanlışlara değil de yanlış insanlara yaptığı doğrulara üzülür. Öyleymiş meğerse. Onlara değil kendime kızdım ve kendimle kavgaya giriştim. “Neden İngilizcede Hüsamettin’e mahkum oluyorsun, neden başkalarının merhametine muhtaç kalıyorsun? Niçin bu İngilizce bilmemenin aşağılayıcı cehaletini sineye çekiyorsun?” Bu düşüncelerle dönüm noktası sayılacak bir karar aldım. Artık ne olursa olsun bu İngilizce kaygısından kurtulmalıydım İngilizcenin hakkından gelmeliydim. Her olumsuz şartın inadına İngilizcede başarılı olmalıydım. Düşmanımın üzerine gitmeliydim. Ben İngilizceden değil İngilizce benden korkmalıydı.

İlk işim benden iki sınıf üstte okuyan ağabeyime derdimi yanmak oldu. “Ağabey ben şu İngilizceyi öğrenmek istiyorum, ne yapmalıyım bir yol göster!” dedim. Ağabeyim çok düşünmeden sınıf arkadaşı ve kankası Hasan’a gitmemi, onun İngilizcesinin çok iyi olduğunu söyledi. Vakit akşamdı ve ben beklemek istemiyordum. Köyden şehre okumak için gelip de kiralık toprak evlerde kalan çok öğrenci gibi Hasan ağabey de kirası ucuz, ahırdan çevirme toprak damlı bir odada kalıyordu. Adresi öğrenip evine koştum.

Kapıyı çalıp içeriye alındığımda elektrik yoktu. O yıllarda elektrikler sık sık kesilirdi. Biz buna “cereyan gitti” derdik. Cümle kapısını ellerimi acıtacak kadar şiddetle vurdum. Az sonra yavru kapı açıldı. Hasan abi kapıyı açtı. “Bu saatte hayrola Zafer kardeş?” dediği gibi elimden tuttu. Karanlık avludan geçirip hayattan bezmiş ihtiyarlar gibi sızlanan oda kapısını açtı. İçeri buyur etti. Orta yerde teneke soba vardı, üzerindeki koyu çivit mavisi renkli emaye çaydanlıktaki su fokurtularla kaynıyordu. Sobanın kapağındaki hava deliğinden odun ateşinin yalımları tam karşısındaki minder ve yastıkların üzerinde kısa ritimlerle büyüleyici danslar yapıyordu İngilizce gibi. Masanın üzerinde ise parmak kalınlığında beyaz bir mum, hüzünlü bir eda ile etrafı aydınlatmaya çabalıyordu. Bu da tam bendim sanki.

Hasan abinin, kıvırcık sert saçlarıyla, esmer teniyle, çörek otu siyahlığındaki noktalarla dolu simasıyla adeta Amerika’daki zencileri andıran bir tipi vardı. Ama ses tonu çok yumuşaktı ve yüz hatları güleçti. Çok sıcakkanlıydı ki aynı sıcaklıkla karşıladı beni. Geliş sebebimi sormadan ben atılır gibi direkt konuya girdim. “Abi ben İngilizce öğrenmek, bu dersin üstesinden gelmek istiyorum! Ağabeyim yol göstermen için yolladı beni” dedim.

“Zaferciğim, sen ciddi misin? Gerçekten İngilizceyi öğrenmek istiyor musun?” diye sorunca “Evet ciddiyim ve kararlıyım” cevabını verdim. “Bak ben İngilizceyi mektupla öğretim yoluyla öğreniyorum ve şu an II. Kademe sayılan ileri İngilizce bölümündeyim. Sen I. bölüme abone olacaksın ve 52 fasiküllük bir ders alacaksın. Her hafta bir fasikül postayla gelecek. Bu derslere haftalık çalışman ve bir sonrakine hazırlıklı olman gerekecek. Düzenli yapmayacaksan paranı yakma. Bir yıllık abonelik ücretini de peşin olarak PTT yoluyla yatıracaksın. Ondan sonra fasiküller sana yollanmaya başlayacak. Karar senin” dedi. Abone ücreti bayağı tuzluya geliyordu ve babamın dükkanında yaz tatili boyunca çalışarak alacağım harçlıkla ancak karşılayabilecektim. Bunu da gözüme kestirdim ve “Abi sen yaz bir kağıda, gerisi Allah Kerimdir” diyerek adres alıp ayrıldım.

Durumu babama söyleyip anlaştık çünkü babam ortaklaşa dükkan işletiyordu. Aldığım borç parayla abone oldum ve ilk fasikül geldiğinde yeni bir maceraya başlamanın heyecanıyla dersime çalışmaya başladım. (Babam sonradan borcumu silip kendisi ödedi.) Mektupla öğretim denen kurs, umduğum kadar zor ve yoğun değildi diğer derslerimi aksatmama sebep olmadı. Daha 5.-6. fasikülden sonra İngilizce dersinde mesafe aldığımı anladım ve fiş usulü kelime ezberlemeyle de orta 3. sınıf İngilizce kitabındaki kelimeleri ve basit zamanları öğrendim. Kurstaki talimat gereği 3X5 cm. ebadında karton fişlerin bir yüzüne kelimenin yazılışını hemen altına parantez içinde okunuşunu arka yüzüne ise Türkçe anlamını yazıyordum. Bunları sağ cebime koyar, tombala gibi çeker, fişin hangi yüzü gelirse arka yüzündekini ezberlemeye çalışırdım. İyice hafızama yerleşenleri sol cebime atar işi bitirilmiş sayardım. Oyun oynarken, yolda yürürken ezberleme işini eğlenceye çevirmiştim. Bir şeyler öğrendikçe seviyordum, sevdikçe çalışmaktan zevk alıyordum. İlk yazılı sınavında sorular çocuk oyuncağı gibi geldi ve ben büyük bir hazla cevapları ilk 5 dakikada verip çıktım. Hüsamettin ve arkadaşlarımın bu kadar çabuk çıktığımı görünce her zamanki tembelliğimle boş kağıt verdiğimi zannedip acıyarak baktıklarını kapıdan çıkarken fark ettim. Ancak yazılı notları açıklandığında sınıfta 100 tam puan alan tek kişi olduğum anlaşıldığında herkesin ağzı açık kaldı. Doğrusu kendimle onur duymuştum. Bu iş maya tutmuştu. Artık İngilizceyle barışmıştım ve sulh anlaşması yapmıştık. Çalıştıkça daha çok başarı geliyordu.

(Devam edecek)

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (5)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.