İsrail terörist devletin Gazzeye hayasızca tahaşşüdünün sekizinci günüdür bugün. Yüreğimiz ilk gündan beri fokurdasa da, dünyanın dört bir yanındaki düşman eliyle ikaz edilmeye devam eden kavimleri temaşa ettiğimizden; ne acı ki ehl-i hal olma mesuliyeti içinde olmadığımızdan belki de bunun için şükretmemiz de gerek- dolayı dua ederek temaşadan başka bir hal içinde olamadığımızdan birinci gününde bile hissî bir infial içindeydik elbet.
Kalben buğz içinde olma mesuliyetini yapmayı da belki kâfi görüyorduk. Bazı yazar arkadaş ve kardeşlerin keskin ama muhakemeli kalemleri meseleye ve kalbimize en evvel inen darbelere tercüman olmasını, bizi mesuliyetten kurtaran bir hal olarak telakki ediyorduk.
Saat on üçteki haberlerin ardından, İslam ve Hamas Şehidi Yasinin kaleminden dökülen ve Müslüman Kalemlere de seslenen hitabesini dinleyince, meseleye eğilmeye mecburiyet hissettim.
Bir dost meclisinde okunan metin bu hususta da Ehl-i Sünnet vel- Cemaatın nasıl düşünmesi gerektiğini de izahtaydı.
O nakilden önce hatırlatalım:
İşte, ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı İns ve cinnînin mezkûr desiselerinden kurtulmak çaresi: EHL-İ SÜNNET ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve Kuran-ı Mucizil-Beyanın muhkemat kalasına gir ve sünnet-i seniyyeyi rehber yap, selameti bul! ( Lemalar, Zehra yayıncılık, s. 103-105)
Buradaki ve buna benzer pek çok ifadeden anlıyoruz ki; Risalede ehl-i hak diye geçen bütün ifadelerden kasıt, Kuran-ı Mucizil- Beyanın muhkemat kalası mânasındaki Ehl-i Sünnet vel-Cemaattır.
Onüçüncü Lemada Üstad Bediüzzaman Said Nursi (ra), İslam coğrafyasının yaklaşık 150 yıldan beri (teksif edilmiş şekilde) vahşice taarruzlar altında olmasının sırrını ehl-i hak olarak nasıl anlamak lüzumunu açıklıyor.
Çokların malumu olduğu gibi akla takılan, manevi canipten gelen ya da bilfiil sorulan bir sualle başlıyor risale. Hülasa ile soru şöyle. Cenab-ı Hak rahmet ve hudutsuz yardımıyla müslümana taraftar olduğunu çok Ayetle beyan etmiş, şeytanın ve şeytani fikirlere taraf olan gayr-ı müslimlerin çok defa galip gelmesinin hikmeti nedir? Ve ehl-i hak, her vakit şeytanın şerrinden Cenab-ı Hakk'a sığınmasının sırrı nedir?
Hikmeti ve sırrı şudur diye devam ediyor Üstad. Büyük bir ekseriyetle ( mesela % 95) dalalet ve şerr, menfîdir ve tahribdir ve ademîdir ve bozmaktır. Herkes tarafından bilinir ki Yirmi adamın yirmi günde yaptığı bir binayı, bir adam, bir günde tahrib eder. ( Lemalar, 70)
İşte böylesi bir bedbaht yola süluk eden ehl-i dalalet ( bütün dalaletlerin ateşte olduğunu ihbar eden bilmâna Hadisi hatırlayalım.), hakikatte az ve zayıf bir kuvvetle manen ve maddeten pek kuvvetli ehl-i hakka ( sünnet ehline) ara sıra galip geliyor.
Hemen araya giriyor Üstad; herşeye rağmen küfürle beraber anılan yeise düşülmemesi için asıl olan hakikat-ı mutlakayı izah ediyor:
Fakat ehl-i hakkın öyle muhkem bir kal'ası var ki, onda tahassun ettikleri vakit, o müdhiş düşmanlar yanaşamazlar, bir halt edemezler. Eğer muvakkat bir zarar verseler, ( Vel- akıbetü lil-müttekain- bütün gelecekler müttaki olan müslümanlarındır.) sırrıyla ebedî bir sevab ve menfaatle o zarar telafi edilir. O kal'a-i metin, o hısn-ı hasin ise, şeriat-ı Muhammediye (A.S.M.) ve sünnet-i Ahmediyedir (A.S.M.).
Sünnet-i Ahmediye (asm)ın hangi yolu işaretlediği izahtan varestedir. (Uhuvvetteki harici düşmanların taarruzu vaktinde) ifadesindeki medar-ı niza meseleleri bahs etmemek tembihindeki muvakkaten, yani o taarruz geçinceye kadar kaydını unutmayalım.)
Şunu da hatırlamakta fayda var. Her meselenin bir zahiri, bir hakiki yönü var. Bir Hadis hatırlıyorum mâna olarak; Zalim Allahın kılıcıdır. İsyan edenlerden intikam alır. Sonra o kılıcı da kırar. Hani çok mektupta var ya; İnsan zulmeder, kader adalet eder diye. Bizce, işte bu Hadisten ( bilmâna) alınma bir İslami düsturdur. Allahın o zalimleri kullanması, zulmünü ayyuka çıkaran o kişileri mesuliyetten kurtarmıyor demektir.
Üstadın mezkur risaledeki aynı manadaki- izahları sürüyor. Bu sefer, bizce en büyük şevk verici bir hatırlatmanın da bulunduğu bir sualle açıyor zihinleri:
Sual: Hizbullah olan ehl-i hidayet, başta Enbiya ve onların başında Fahr-i Âlem Aleyhissalâtü Vesselâm, o kadar inayet ve rahmet-i İlahiye ve imdad-ı Sübhaniyeye mazhar oldukları halde, neden çok defa hizb-üş şeytan olan ehl-i dalalete mağlub olmuşlar? Hem Hâtem-ül Enbiya'nın güneş gibi parlak nübüvvet ve risaleti ve iksir-i a'zam gibi tesirli i'caz-ı Kur'anî vasıtasıyla irşadı ve cazibe-i umumiye-i kâinattan daha cazibedar hakaik-i Kur'aniyenin komşuluğunda ve yakınında olan Medine münafıklarının dalalette ısrarları ve hidayete girmemeleri ne içindir ve hikmeti nedir?( Lemalar, 80)
Bu iki şık müdhiş sualin halli için, epeyce uzun bir girizgah yapıyor Üstad. Allahın hem cemalî, hem de celalî iki tür esması bulunduğunu hatırlattıktan sonra, bu nevi isimlerinin ayrı ayrı görünmesi için, Hâlık-ı Zülcelal kâinatta ezdadı ( zıtları) birbirine mezcedip birbirine mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ( saldırgan) ve müdafi' ( savunan ) bir vaziyet verip, hikmetli ve menfaattar bir nevi mübareze ( mukabil) suretine getirip, ondan zıdları birbirinin hududuna geçirip ihtilafat ve tegayyürat meydana getirmekle kâinatı kanun-u tegayyür ve tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi' kıldığı için; o şecere-i hilkatın câmi' bir semeresi olan insan nev'inde o kanun-u mübarezeyi daha acib bir şekle getirip bütün terakkiyat-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı meydana çıkabilmek için hizb-üş şeytana bazı cihazat vermiş. ( Lemalari s. 80)
Demek oluyor ki şeytanın taraftarları olan insanlara bir kısım kabiliyetlerin verilmesi, ehl-i hak olan müslümanların aleyhine bir durum değildir; onların, tasallut ettirilen atmacaya karşı koymak için kabiliyetlerini arttıran masum kuş gibi, terakki etmeleri, her türlü hakkına düşman emellere karşı koyacak güce ve maneviyata kavuşmaları içindir. Tenakuz gibi gelse de, hakikat işte budur!
Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm madem Habib-i Rabb-ül Âlemîn'dir. Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattır. Ve ordusundaki askerlerin bir kısmı melaikedir. Ve bir avuç su ile bir orduyu sular. Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın etiyle bin adamı doyuracak bir ziyafet verir. Ve küffar ordusunun gözlerine bir avuç toprak atmakla o bir avuç topraktan her küffarın gözüne bir avuç toprak girmesiyle onları kaçırır. Ve daha bunun gibi bin mu'cizat sahibi olan bir Kumandan-ı Rabbanî, nasıl oluyor Uhud'un nihayetinde ve Huneyn'in bidayetinde mağlub oluyor?
Elcevab: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nev-i beşere mukteda ve imam ve rehber olarak gönderilmiştir. Tâ ki, o nev'-i insanî, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyedeki düsturları ondan öğrensin ve Hakîm-i Zülkemal'in kavanin-i meşietine itaata alışsınlar ve desatir-i hikmetine tevfik-i hareket etsinler. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyesinde daima hârikulâdelere ve mu'cizelere istinad etseydi, o vakit imam-ı mutlak ve rehber-i ekber olamazdı.
İşte bu sır içindir ki, yalnız davasını tasdik ettirmek için arasıra indelhace, münkirlerin inkârını kırmak için mu'cizeler gösterirdi. Sair vakitlerde nasılki herkesten ziyade evamir-i İlahiyeye itaat etmiştir. Öyle de: Hikmet-i Rabbaniye ile ve meşiet-i Sübhaniye ile tesis edilen âdetullah kavaninine herkesten ziyade müraat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, "Sipere giriniz!" emrederdi. Yara alırdı, zahmet çekerdi. Tâ tamamıyla hikmet-i İlahiye kanununa ve kâinattaki şeriat-ı fıtriye-i kübraya müraat ve itaatı göstersin. ( Lemalar, s. 81-82)
Çok zaman aklımıza geliyordu; bütün İslam coğrafyasındaki bu mağlubiyetleri nasıl hazmetmeli ve izzet-i İslamiyeye nasıl sığıştırmalı diye. Yukarıdaki satırlardan da anlıyoruz ki bütün enbiya, hatta Levlake Levlak sırrına mazhar Fahr-i Alem olan Resulullah dahi zahiren mağlup görüldüğü devirler olmuş. Ama imam-ı mutlaklığıyla ve vazife-yi irşadiyesinin gereğince akıbette daha büyük zaferler ona müyesser olmamış mıdır? Yeter ki hudeybiyedeki zahiri mağlubiyetten Büyük Fethe giden madi- manevi gayretler yerine getirilebilsin.