Ortadoğu’da başlayan hareketlenme, komşumuz Suriye’nin kapısına dayanmış durumda. Daha doğrusu, Suriye’de de bir değişim yaşanması an meselesi. Ancak hadiseler gösteriyor ki, bu kolay olmayacak. İlk ve son temennimiz, değişimin sağlıklı, kansız ve ‘iyi yönde’ olması. Ne yazık ki gelen haberler tam aksi yönde. Müdahaleler, kanlı çatışmalar ve ölümler söz konusu. Eğer doğru ise, sadece bir yerde 120 polisin tuzağa düşürülerek öldürüldüğü ifade ediliyor ki, bu hadiseler hayra alâmet değil.
Gelişen ve değişen dünya şartlarında değil Suriye’nin, hiçbir ülkenin ‘eskisi gibi’ yoluna devam etmesi mümkün değil. ‘Demir perde’ bile yıkılıp insanlar hürriyete doğru koştuğuna göre, komşularımız da bu yolda ilerlemeye mecbur. Önemli olan bu geçişin en az ziyanla tamamlanmasıdır.
Suriye yönetimi, komşu ülkelerde yaşananlardan da ibret almamış görünüyor. İnsanları zorla idare etme devri çoktan gerilerde kaldı. Dünyanın ‘küçük bir köy’ olduğu gerçeği gözden uzak tutularak, “Ben istediğimi yaparım” demekle bir yere varılmıyor. İnsanlar hem komşu ülkelerden hem de dünyadaki hürriyet rüzgârlarından etkileniyor. “Komşuda var, bizde niye yok?” sorusu daha sık soruluyor ve talepler karşılık bulmayınca da problemler artıyor.
Hürriyet rüzgârlarının komşumuz Suriye’yi etkilememesi mümkün değil. Suriye yöneticilerin bu gerçeği görmesinde fayda var. Hatada ısrar hem onlara, hem de Suriye’de yaşayan herkese zarar verir.
Bu noktada kabahat sadece Suriyeli yöneticilerde değil. En büyük kabahat, kendi ülkelerinin menfaati için Suriye gibi ülkelere hürriyeti ve demokrasiyi çok gören ‘hür dünya’ ülkelerindedir. Her fırsatta ifade etmeye çalışıyoruz ki, dünya siyasetine hükmeten ülkeler âdil olsa, kendileri ve halkları için istediklerini başka ülkeler için de istese ne Suriye ne de başka ülkelerde ‘diktatör’ler ayakta kalabilir. Ama onlar, yeri geldiğinde petrol için, yeri geldiğinde de başka hasis menfaatleri için kendilerinden başka ülkelere hürriyet ve demokrasiyi çok görüyorlar.
Daha önce çeşitli uzmanlarca da ifade edildiği üzere, başta Ortadoğu olmak üzere İslâm ülkelerini yönetenlerin kendi halkından kopuk olması her halde tesadüf değildir. İktidarı ele geçiren bir diktatörün, ömür boyu baskıcı yönetimini sürdürmesi sadece kendi gayretiyle mümkün olabilir mi? Kendini dünyanın jandarması ilân eden ülkeler, diktatörlerden değil; hak, hukuk ve adaletten yana tavır almış olsalar bugünkü sıkıntalar yaşanır mıydı? Irak ve Afganistan’da yaşananlar başka nasıl izah edilebilir?
Tabiî ki kabahatin tamamını ‘dünyanın jandarması olan ülkeler’e havale etmekle de işin içinden çıkamayız. İslâm ülkelerinin ortak sesi olan kuruluşlara da bu noktada iş düşüyor. Türkiye, komşularına ve diğer İslâm ülkelerine gerçekten örnek olmak istiyorsa en başta kendisi tam demokrat ve hür bir ülke olacak. Elbette bunun yolu da darbeleri ve darbecileri bertaraf edebilmektir. Sonra da söz sahibi olduğu bütün platformlarda bu gerçekleri dile getirmesi beklenir. Mesela, İslâm ülkelerinin ortak sesi olan İslâm Konferansı Teşkilâtı toplantılarında bu konular uygun lisanla dile getirilmeli. Muhtemelen yapılıyordur, ama netice değişmediğine göre ülkelerini diktatör bir anlayışla idare etmek hususunda direnenler daha ciddî şekilde ikâz edilmeli.
Hele Mısır’da, Tunus’ta ve Libya’da yaşananlardan sonra ‘millete rağmen yönetim’de direnenlere Allah insaf ve iz’an versin. Hür ve demokrat bir yönetim, İslâm ülkelerinin de hakkı...
Yeni Asya