Zaman organizasyon zamanıdır

İdris TÜZÜN

Batıda Örgütlenme

Üstad Bediüzzaman iş bölümü manasına gelen “teşrik-i mesâi ve taksim-i a’mâl”ın ehemmiyeti hakkında şöyle der:

“Ehl-i san’at, netice-i san’atı ziyade kazanmak için, iştirak-i san’at cihetinde mühim bir servet elde ediyorlar. Hattâ dikiş iğneleri yapan on adam, ayrı ayrı yapmaya çalışmışlar. O ferdî çalışmanın, her günde yalnız üç iğne, o ferdî san’atın meyvesi olmuş. Sonra, teşrikü’l-mesâi düsturuyla on adam birleşmişler. Biri demir getirip, biri ocak yandırıp, biri delik açar, biri ocağa sokar, biri ucunu sivriltir ve hâkezâ... Her birisi iğne yapmak san’atında yalnız cüz’î bir işle meşgul olup, iştigal ettiği hizmet basit olduğundan vakit zayi olmayıp, o hizmette meleke kazanarak, gayet sür’atle işini görmüş. Sonra, o teşrik-i mesâi ve taksim-i a’mâl düsturuyla olan san’atın semeresini taksim etmişler. Her birisine bir günde üç iğneye bedel üç yüz iğne düştüğünü görmüşler. Bu hadise, ehl-i dünyanın san’atkârları arasında, onları teşrik-i mesâiye sevk etmek için dillerinde destan olmuştur.”[1]

İş bölümünün ehemmiyetini gösteren bu iğne misali, ilk defa modern iktisadın babası denilen Adam Smith’in 1776 yılında yazdığı “Milletlerin Zenginliği” adlı kitapta geçiyordu ve o yıllarda meşhur olmuştu.

İş bölümünün kıymetinin anlaşıldığı 18. yüzyılın sonlarında yüzlerce insanın çalıştığı fabrikalar ortaya çıktı. Bu fabrikalar Avrupa toplum hayatını her yönüyle etkilediler ve yeni bir dönemin –kapitalist dönemin- başlamasına sebep oldular. Küçük işletmeler, fabrikaların ezici gücüne rekabet edemeyerek ortadan kalktı. Tarihlerde “Sanayi İnkılâbı” olarak bilinen bu hadise, geleneksel toplumun, modern topluma dönüşmesinin en mühim unsurudur.

Fabrikalarda işleri kolaylaştırıp, verimi artıran iş bölümü ve uzmanlaşma, organize olmuş gücün ehemmiyetini ortaya koydu. Fabrikalardan sonra örgütlenmeler sosyal hayatın her alanına yayıldı. Eğitim, sağlık, emniyet, siyaset gibi bütün toplum birimleri örgütlenerek toplumun yeni bir şekil almasını sağladılar. Bir yazar bu durumu şöyle anlatır: “20. yüzyılın en belirgin özelliklerinden biri, organizasyonlar çağı olmasıdır, özel­likle Sanayi Devrimi sonrasında -büyük- işletmelerin ortaya çıkması, toplumları birer organizas­yonlar topluluğuna dönüştürmüştür. İnsan­lar doğumla ölüm arasındaki bütün hayatla­rını organizasyonlarda geçirmektedir. Bir anlamda hastanede başlayan hayat; okul, işyeri, spor kulübü gibi organizasyonlarla devam etmekte ve nihayet cenaze işleri or­ganizasyonu ile son bulmaktadır. Bu sebeple içinde yaşadığımız çağı anlayabil­mek, organizasyonları anlayabilmeye bağlıdır.”[2]

Günümüz dünyasında Batılı ülkeler, kendi toplumlarını her yönden organize etmişlerdir. Aynı zamanda milletlerarası siyasete de örgütler aracılığıyla aktif olarak katılıp, diğer toplumları yönlendirebilmekte veya iç işlerine müdahale edebilmektedirler. NATO, BM, AT, İMF, Dünya Bankası gibi örgütlerin, diğer dünya milletlerini etkilediklerini, yönlendirdiklerini, kontrol ettiklerini hepimiz biliyoruz. (Tabii Mason, Rotary, Lions gibi dernekleri ve CİA, MOSSAD gibi teşkilatları da unutmamak lazım.)

Maalesef dünyada bir milyardan fazla nüfusa sahip olan Müslümanların dünya çapında etkin bir organizasyonu yok.

Zaman, Cemaat Zamanıdır

Üstad Bediüzzaman, risalelerde çoklukla önceki zamanların “ferdiyet zamanı”, günümüzün ise “cemaat zamanı” olduğuna dikkat çeker.[3] Üstadın “cemaat” kelimesinden kasdı -kanaatimizce- tarikatler tarzındaki yapılanma değildir. Çünkü İslâm âleminde tarikatler yüzyıllar boyunca zaten vardı. Üstad, “cemaat” kelimesiyle bugün çoklukla kullanılan “örgüt” (veya teşkilat) tarzındaki yapılanmayı kastediyordu. Burada örgüt kelimesini halk arasında kullanılan “terör örgütü” manasında değil, sosyal hayatın her alanında “İş bölümüne dayalı grup faaliyetleri, organizasyon” manasında kullanıyoruz. Bugünkü yönetim bilimlerince de örgüte verilen mana budur. Bu anlayışa göre okullar, hastaneler, fabrikalar da birer örgüt olarak kabul edilmektedir.

Üstada göre Batı karşısında düştüğümüz mağlubiyetin temelinde, Batı’nın örgütlenmiş olması, Doğu’nun ise örgütlenmemiş olması vardır. Doğu’yu sömürmek isteyen Batı, kendi toplumlarını her yönden organize etmiş, siyasi, iktisadi[4] ve ideolojik örgütleri sayesinde örgütlenmemiş doğuyu dize getirmiştir.[5] Üstad, örgütlenmemiş Doğu’nun, örgütlenmiş Batı’ya karşı verdiği mücadeleyi, bir ferdin, orduya karşı mücadelesi olarak görür.

“Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet, bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle, cemiyet ve komitecilik mayasıyla bir şahs-ı mânevî ve bir ruh-u habîs olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avâmın taklidî olan itikadlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, an’aneyle gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor.”[6]

Mecellenin bir kaidesi “Zamanın ve mekanın değişmesi, ahkâmın da değişmesine sebeptir” şeklindedir. Bu kaideye göre Müslümanlar bulundukları zaman ve mekanın değişikliklerini daima göz önünde bulundurarak, zaman ve mekana göre tavır almalıdırlar. Üstadın Batı’ya karşı verilmesi gereken mücadeleye teklifi de bu kurala uygundur: “Cemaate karşı, cemaatle karşı durmak.”

Bu konuda risalelerin müteferrik yerlerindeki ifadelerden bazıları şöyle:

Risâle-i Nûr’da ispat edilmiş ki: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Şahs-ı mânevi hükmeder. Eski zamanda dalâlet bir şahıstan geldiği cihetle, karşısına bir dâhi-i hidayet çıkardı. Şimdi ise cemaat şeklinde bir şahs-ı manevi olmasından, onun karşısında ancak bir şahs-ı mânevi mukabele edebilir. (Sirâcü’n-Nûr)

“Ehl-i dalâlet ve haksızlık, tesanüt sebebiyle, cemaat suretindeki kuvvetli bir şahs-ı mânevînin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı mânevîye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlûp düştüğünü anlayıp, ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı mânevî çıkarıp, o müthiş şahs-ı mânevî-i dalâlete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek [gerekir].” (Lem’alar) Ferdî şahısların dehası, ne kadar harika da olsalar, cemaatın şahs-ı mânevîsinden gelen dehaya karşı mağlûp düşebilir. (Emirdağ Lâhikası)

Aksi halde Üstadın “Eski hal muhal, ya yeni hal ya izmihlal” sözü, bu konu için de geçerli olur.

***

Üstad, Eski Said döneminde Batı’daki toplumsal değişikliklere paralel, Osmanlı’da da toplumsal bir değişikliğe gidilmesi gerektiğine inanıyordu. Ezcümle; Sadrazamlığın 3 şuraya dönüştürülmesi gibi, Şeyhülislâmlığın da şuraya dönüştürülmesini, medreselerde –bilhassa kendi açmak istediği Medresetü’z-Zehra’da- ders veren âlimler arasında “Taksimü’l-A’mal” (iş bölümü) kaidesinin uygulanmasını, Kur’ân’ın yeni bir tefsirinin yapılması gerektiğini, bunu da yüksek bir heyet-i ilmiyenin istişareyle yapması gerektiğini savunuyordu.[7]

Üstadın bu arzuları gerçekleşmedi. Daha kötüsü, Osmanlı yıkıldı. Batı medeniyetinin Osmanlının hükmettiği topraklarda yaygınlaşmasıyla, küfür, bid’at, fısk u fücur da eskisinden daha çok yaygınlaştı.

Üstad, Yeni Said döneminde de, “Zaman, cemaat zamanıdır” fikrini her vesileyle işledi. Bu dönemde “şahs-ı manevi” teşkil etmek hakkındaki fikirlerini 4 kısımda mütalaa edebiliriz.

1. Her bir ferdi, manen bir cemaatin “şahs-ı manevisi” haline getirmeliyiz. Risâle-i Nûr; her bir ferdi, bir cemaat kadar kuvvetli yapabilir.

2. Dalaletle mücadele için, Risâle-i Nûr etrafında mütesanit bir cemaat (şahs-ı manevi) teşkil etmeli, grup ruhu oluşturulmalı ve her fert “ben” değil “biz” demelidir. Bu şahs-ı manevinin güçlü olabilmesi için, itikadı kuvvetlendirmeli, fertler arasında ihtilafa sebeb olan şeyler izale edilmeli, ittifakı, tesanüdü artıran şeyler de yerleştirilmelidir.

3. İş bölümü (taksimül a’mal, teşriki mesai) yapılmalıdır. Uzmanlaşma yönüne gidilmelidir.

4. Bütün Müslümanlar ittifak ederek, ümmet çapında bütün Müslümanları temsil eden bir şahs-ı manevi oluşturulmalıdır.

Kısaca bu maddeleri ele alalım:

1. Risâle-i Nûr Bir Ferdi Cemaatin Şahs-ı Manevisi Haline Getirir

İmanî konular, Risâle-i Nûr’un merkezinde yer alır. Ama risaleler yalnızca imanî konularla sınırlandırılmamıştır. Risâle-i Nûr’un muhtevası oldukça zengindir. Günümüz insanını ilgilendiren pek çok İslâmî konular risalelerde güçlü delillerle, doyurucu bir şekilde ele alınmıştır. Konuların çok güçlü delillerle ele alındığını Üstad, büyük iddialarla ilan eder. Şöyle der: “Kur’ân-ı Mu’ciz-ü’l-Beyanın feyziyle Yeni Said hakaik-ı imaniyeye dair mantıkça ve hakikatçe o derece kuvvetli bürhanlar zikrediyor ki; değil yalnız Müslüman ulemasını, belki en muannit Avrupa feylesoflarını da teslime mecbur ediyor ve etmektedir.”

Üstad, muhtevasının zenginliği ve delillerinin kuvvetli oluşundan dolayı Risâle-i Nûr’un “Tek başıyla, başkalarına muhtaç olmayan bir ordu kadar kuvvetli olduğunu”,[8] Risâle-i Nûr’un -ihtiva ettiği hakikatler ve bu hakikatlerin kuvvetiyle- bir şahsı, cemaat ve şahs-ı manevi haline getirebileceğini söyler. Bu iddialar şairin ليس على الله بمستنكر أن يجمع العالم في واحد “Âlemi bir şahısda cem etmek, toplamak Allah için zor değildir” sözüne uygundur.

Üstadın bu konudaki bazı ifadeleri şöyle:

Nasıl ki gayet büyük bir meydan muharebesinde ve iki tarafın bütün kuvvetleri toplandığı bir sahrada iki tabur çarpışıyorlar. Düşman tarafı, en büyük ordusunun cihazat-ı muharribesini kendi taburunun imdat ve kuvve-i mâneviyesini fevkalâde takviye için her vasıtayı istimal ederek ehl-i iman taburunun kuvve-i mâneviyesini bozmak ve efradının tesanüdünü kırmak için her vesileyi kullanır. Ehemmiyetli bir istinadgâhını kendine temayül ettirerek ihtiyat kuvvetini dağıtır. Müslüman taburunun her bir neferine karşı, cemiyet ve komitecilik ruhuyla mütesanit bir cemaat gönderir.

Bütün bütün kuvve-i mâneviyesini mahvetmeye çalıştığı bir hengâmda, Hızır gibi biri çıkar, o tabura der: “Meyus olma! Senin öyle sarsılmaz bir nokta-i istinadın ve öyle mağlûp edilmez muhteşem orduların ve tükenmez ihtiyat kuvvetlerin var ki, dünya toplansa karşısına çıkamaz. Senin şimdilik mağlûbiyetinin bir sebebi, bir cemaate ve bir şahs-ı mâneviyeye karşı bir neferi göndermenizdir. Çalış ki, her bir neferin, istinad noktaları olan dairelerinden mânen istifade ettiği kuvvetli kuvve-i mâneviyeyle bir şahs-ı mânevi ve bir cemiyet hükmüne geçsin” dedi ve tam kanaat verdi.

Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet, bu asır, cemaat zamanı olduğu cihetiyle, cemiyet ve komitecilik mayasıyla bir şahs-ı mânevî ve bir ruh-u habîs olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor. Ve avâmın taklidî olan itikatlarını himaye eden İslâmî perde-i ulviyeyi yırtıyor ve hayat-ı imaniyeyi yaşatan, ananeyle gelen hissiyat-ı mütevâriseyi yandırıyor.

Her bir Müslüman tek başıyla bu dehşetli yangından kurtulmaya me’yusâne çabalarken, Risâle-i Nûr, Hızır gibi imdada yetişti. -Kâinatı dağıtamayan bir kuvvet onu bozamaz.- Kâinatı ihata eden son ordusunu gösterip ve ondan mukavemetsûz maddî, mânevî imdat getirmek hizmetinde harika bir emirber nefer olarak Âyetü’l-Kübrâ risalesini İmam-ı Ali (ra) keşfen görmüş, ehemmiyetle göstermiş.[9]

Evet, bu asrın dehşetine karşı taklidî olan itikadın istinad kaleleri sarsılmış ve uzaklaşmış ve perdelenmiş olduğundan, her mü’min, tek başıyla dalâletin cemaatle hücumuna mukavemet ettirecek gayet kuvvetli bir iman-ı tahkikî lâzımdır ki dayanabilsin. Risâle-i Nûr, bu vazifeyi en dehşetli bir zamanda ve en lüzumlu ve nazik bir vakitte, herkesin anlayacağı bir tarzda, hakaik-i Kur’âniye ve imaniyenin en derin ve en gizlilerini gayet kuvvetli burhanlarla ispat ederek, o iman-ı tahkikîyi taşıyan hâlis ve sadık şakirtleri dahi, bulundukları kasaba, karye ve şehirlerde, hizmet-i imaniye itibarıyla âdetâ birer gizli kutup gibi, mü’minlerin mânevî birer nokta-i istinadı olarak, bilinmedikleri ve görünmedikleri ve görüşülmedikleri halde, kuvve-i mâneviye-i itikadları cesur birer zâbit gibi, kuvve-i mâneviyeyi ehl-i imanın kalblerine verip mü’minlere mânen mukavemet ve cesaret veriyorlar.[10]

2. Nur Talebelerinin Şahs-ı Manevisi

Üstad Bediüzzamanı Türkiye’deki muasırı diğer âlimlerden ayıran en mühim farklardan biri, etrafına toplanan talebe kitlesidir. Onun muasırı olan Mehmet Vehbi Efendi, Elmalılı Hamdi Yazır, Ömer Nasuhi Bilmen gibi âlimler kitap telif ettiler, fakat etraflarına bir cemaat toplamadılar. Üstad ise eser telif etmekle yetinmedi, etrafına bir talebe kitlesi de topladı. Onun Cumhuriyet dönemine en çok tesir eden âlimlerin başında gelmesinin en mühim sebebi de budur. Eğer yalnızca kitap telif etmekle yetinseydi, onun eserleri de muhtemelen Ömer Nasuhi Bilmen’in ilmihali gibi her eve girecekti, Elmalı’nın tefsiri gibi çokça okunacaktı; ama toplum hayatında bu kadar etkili olmayacaktı.

1926’da ücra bir köye sürgün edilen Üstad Bediüzzaman, eserlerini halk arasında yaygınlaştırabilmek için, alışılmamış bir yöntem uyguladı. Kendisine talebe olmak isteyenlere “Risaleleri Kur’ân harfleriyle yazmak, yazdırmak ve intişarına çalışmak” şartını koşuyordu.[11] Aynı zamanda bu zamanın “cemaat zamanı” olduğunu, tecdid faaliyetini bir ferdin değil, ancak şahsı manevinin (cemaatin) yapabileceğini, bu asırdaki ifsadatı azimeye karşı Mehdi bile gelse tek başına hiçbir şey yapamayacağını söylüyor, talebelerinin Risâle-i Nûr etrafında bir şahs-ı manevi oluşturmalarını ısrarla istiyordu.[12] Onun bu konudaki bir mektubu şöyledir:

Evet, Peygamberimiz (sav) علماء امتي كانبياء بني اسرائيل “Ümmetimin âlimleri İsrailoğullarının peygamberleri gibidir” fermân etmiş. Gavs-ı Âzam Şâh-ı Geylânî, İmam-ı Gazâlî, İmam-ı Rabbânî gibi hem şahsen hem vazifeten büyük ve harika zatlar, bu hadisi, kıymettar irşâdatlarıyla ve eserleriyle fiilen tasdik etmişler. O zamanlar bir cihette ferdiyet zamanı olduğundan, hikmet-i Rabbaniye onlar gibi feridleri ve kudsî dâhileri ümmetin imdadına göndermiş.

Şimdi ise, aynı vazifeye, fakat müşkilâtlı ve dehşetli şerait içinde, bir şahs-ı mânevî hükmünde bulunan Risaletü’n-Nur’u ve sırr-ı tesanüdle bir ferd-i ferid mânâsında olan şakirtlerini bu cemaat zamanında o mühim vazifeye koşturmuş. Bu sırra binaen, benim gibi bir neferin ağırlaşmış müşiriyet makamında ancak bir dümdarlık vazifesi var.[13]

Medreselerin, tekkelerin kapatıldığı, eğitimde din derslerinin kaldırıldığı, Kur’ân öğrenmenin/öğretmenin yasak olduğu bir dönemde, dini duyarlılığı olan insanlar onun –daha doğrusu risalelerin- etrafına toplandılar. Kısa bir zaman içerisinde “yazmak ve yazdırmak” suretiyle, Anadolu’nun her tarafına risaleler ulaştırıldı. Talebeler içerisinde, yedi-sekiz sene evinden çıkmadan Risâle-i Nûr’u yazıp neşredenler oluyordu. Isparta havâlisinde, erkek, kadın, genç ve ihtiyarlardan binlerce talebe, senelerce Nur risalelerini yazıp çoğaltmıştı.[14] Mahkemeler, hapisler, sürgünler, baskılar, takipler risalelerin toplumda bu suretle yaygınlaşmasını ve risaleler etrafında “şakirtler” halkasının oluşmasını önleyemedi. 1948 yılında Afyon Mahkemesi’nde savcı, 600 bin nur talebesi olduğunu söylüyordu. Bu rakam o yıllar için oldukça büyük bir rakamdı.

Üstad Bediüzzaman el altından neşredilen risaleleriyle, kendisinin “gizli din düşmanları” dediği grubun, ellerindeki büyük imkânlarla Anadolu’ya yerleştirmek istedikleri ateizmin (küfr-ü mutlakın) önüne geçti. Yazar Mehmet Doğan’a göre “Üstad Bediüzzaman başta olmak üzere bir kısım şahıslar, ülkeyi yönetenlerin büyük bütçelerle, geniş kadrolarla, modern yayın araçlarıyla ve silahlı güçlerle ya­pamadığını yapmaya muvaffak olmuşlardı.”

Fakat Üstad zor şartlar altında yapılan manevi futuhatı kendi şahsına değil, Allah’ın inayetlerine ve talebelerine nisbet eder. Diğer ifadeyle başarılı olmasının temelinde cemaat teşkil etmesinin olduğunu ima eder. Şöyle der:

Hizmet-i Kur’âniyeye ait inâyât-ı Rabbâniyenin ikincisi şudur ki: Cenâb-ı Hak, benim gibi kalemsiz, yarım ümmî, diyar-ı gurbette kimsesiz, ihtilâttan men edilmiş bir tarzda; kuvvetli, ciddî, samimî, gayyur, fedakâr ve kalemleri birer elmas kılıç olan kardeşleri bana muavin ihsan etti. Zayıf ve âciz omzuma çok ağır gelen vazife-i Kur’âniyeyi, o kuvvetli omuzlara bindirdi, kemâl-i kereminden yükümü hafifleştirdi.

O mübarek cemaat ise, -Hulûsi’nin tabiriyle- telsiz telgrafın âhizeleri hükmünde ve -Sabri’nin tabiriyle- Nur fabrikasının elektriklerini yetiştiren makineler hükmünde ayrı ayrı meziyetleri ve kıymettar muhtelif hâsiyetleriyle beraber, -yine Sabri’nin tabiriyle- bir tevafukat-ı gaybiye nev’inden olarak, şevk ve sa’y ü gayret ve ciddiyette birbirine benzer bir surette, esrar-ı Kur’âniyeyi ve envâr-ı imaniyeyi etrafa neşretmeleri ve her yere eriştirmeleri ve şu zamanda (yani hurufat değişmiş, matbaa yok, herkes envâr-ı imaniyeye muhtaç olduğu bir zamanda) ve fütur verecek ve şevki kıracak çok sebepler varken, bunların fütursuz, kemâl-i şevk ve gayretle bu hizmetleri, doğrudan doğruya bir keramet-i Kur’âniye ve zâhir bir inâyet-i İlâhiye’dir.

Evet, velâyetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisanın dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus, lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur.

İşte ey kardeşlerim ve ey hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım! Bir kaleyi fetheden bir bölüğün çavuşuna bütün şerefi ve bütün ganimeti vermek nasıl zulümdür, bir hatadır. Öyle de, şahs-ı mânevînizin kuvvetiyle ve kalemlerinizle hâsıl olan fütuhattaki inâyâtı benim gibi bir biçareye veremezsiniz.[15]

Yirmi seneden fazla kendi memleketimde ve İstanbul’da ettiğimiz hizmet-i ilmiye ve diniyeye mukabil, burada yedi-sekiz senede yüz derece fazla edildi. Hâlbuki kendi memleketimde ve İstanbul’da, burada benimle çalışan kardeşlerimden yüz, belki bin derece fazla yardımcılarım varken, burada ben yalnız, kimsesiz, garip, yarım ümmî; insafsız memurların tarassudat ve tazyikatları altında, yedi-sekiz sene sizinle ettiğim hizmet, yüz derece eski hizmetten fazla muvaffakiyeti gösteren mânevî kuvvet, sizlerdeki ihlâstan geldiğine kat’iyen şüphem kalmadı.[16]

3. İş bölümü

Üstadın telif ettiği 130 parça külliyatta cemaat prensipleriyle ilgili 4-5 risale vardır. (20 ve 21. Lem’a’lar, İhlas Risaleleri, Uhuvvet Risalesi, Hucumat-ı Sitte. Bir de buna ek olarak 10. Lem’a olan Şefkat Tokatları’nı sayabiliriz.) Üstad bilhassa Lahika mektuplarında, dağınık da olsa pek çok ahlaki hizmet dusturlarını ortaya koydu. Nur talebelerinin kendi aralarında ihlas, tesanüt, uhuvvet sırlarıyla yek-vücut olmalarını sağlayacak esasları işledi. Ama iş bölümü yaparak, organize olmuş, hiyerarşik bir cemaat teşkil etmedi[17] ve risalelerde böyle bir oluşumu netice verecek ifadeler kullanmadı.

Bunun en büyük sebebi zaman ve zeminin müsait olmayışıdır. Çünkü Üstad, Yeni Said döneminde daima sürgün hayatı yaşadı, daima tarassut -gözetim- altındaydı, talebeleriyle görüştürülmüyordu. Aynı zamanda talebeleri de bu baskılara maruz kalıyorlardı. Elinde bir risale olduğu ortaya çıkanlar tutuklanıyordu. Üstad ve talebeleri hemen, hemen bütün mahkemelerde “Rejim aleyhtarı olmakla ve rejim aleyhinde cemiyet kurma” ithamıyla yargılandılar.

Üstad iş bölümü yaparak, siyasi değil; dini, ilmi faaliyetlerde bulunmayı daha sonraki talebelerine bırakmış gibidir. Üstadın bunu ima eden bazı ifadeleri var. Talebeleri iş bölümüne teşvik eden İhlas Risalesindeki iğne misali bunlardan birisi. Konunun başında iktibas ettiğimiz kısmın devamında Üstad şöyle diyor: “İşte ey kardeşlerim! Madem umur-u dünyeviyede, kesif maddelerde böyle ittihat, ittifak ile neticeler, böyle azîm yekûn faydalar verir. Acaba uhrevî ve nuranî ve tecezzî ve inkısama muhtaç olmayarak ve fazl-ı İlâhî ile her birisinin aynasına umum nur in’ikâs etmek ve her biri umumun kazandığı misil sevaba mâlik olmak, ne kadar büyük bir kâr olduğunu kıyas edebilirsiniz. Bu azîm kâr, rekabetle ve ihlâssızlıkla kaçırılmaz!”[18]

***

Üstadın Eski Said ve Yeni Said dönemlerinde daima “Zaman, cemaat zamanıdır” demesi ve iş bölümünü hep ön planda tutması, talebeleri açısından günümüzde büyük bir ehemmiyete haiz olmalıdır.

Üstadın arzu ettiği Şeyhülislâmlığın şuraya dönüştürülmesi fikrini, bu gün nur talebeleri bir fıkıh komisyonu veya fetva kuruluna dönüştürebilirler. Risalelerde ve fıkıh ilminde derinleşmiş, ilmiyle amil, ihlâslı, itikad ve amelde ehl-i sünneti temsil edecek kişilerden oluşacak bu kurul, günümüz meselelerine laübali yaklaşan reformist müçtehidlerin yerini alarak, Kur’ân, sünnet, icma ve kıyas-ı fukahaya göre fetvalar vererek, yeni çıkmış olaylara da çözümler bulabilirler. Bu kurul, halkın itimadını kazanarak ve onları yönlendirerek, toplumda sağlıklı İslâmî bir yaşantının oluşmasını da sağlayabilir. Bu gün böyle bir kurula İslâm camiasının çok büyük ihtiyacı var.

Fıkıh ilminde oluşturulacak böyle bir kurul, başta tefsir[19] ve hadis olmak üzere bütün İslâmî ilimlerde, hatta fen ilimlerinde de oluşturulabilir ve oluşturulmalıdır. Hiçbir nur talebesi bütün ilimlerde uzman olamaz, fakat değişik ilimlerde uzman olan talebeler bir araya gelerek, her alanda uzman bir şahs-ı manevi oluşturabilirler.

Unutmayalım ki, bilgi, kuvvettir ve Batı’nın dünya üzerindeki üstünlüğü bu uzmanlaşmış, kurumlaşmış bilgiden kaynaklanmaktadır. Müslümanlar ekip çalışması yapmadıkça, maddi, manevi bütün ilimlerde üstün olmadıkça ve diğer milletleri geçmedikçe, perişanlıkları devam edecektir.

Hülasa; zaman, cemaat zamanıdır.

Bütün Müslümanlar ittifak ederek, ümmet çapında bütün Müslümanları temsil eden bir şahs-ı manevi oluşturmalıdırlar.

 

[1]. Lem’alar, s. 172 (21. Lem’a.)

[2]. Ömer Dinçer, Sosyal Bilimler Ansiklopedisi, Organizasyon maddesi, Risale y.

[3]. Bkz. Kastamonu Lahikası, Nesil y, s, 1571. Bazı filozoflar da, benzer ifadeler kullanmışlardır. Fransız yazar Gustave Le Bon bu çağa “Kitleler çağı” derken, İspanyol filozof Ortega Gasset “Kitlelerin İsyanı” olarak nitelendirir.

[4]. Avrupa fabrikalarında üretilen malların Osmanlı pazarlarına girmesiyle, Osmanlı esnafı bu mallara karşı rekabette büyük güçlükler yaşadı. 1868 tarihli bir belgede 30-40 senede İstanbul ve Üsküdar’da kumaşçı tezgâhlarının 2750’den 25’e, kemhacı tezgâhlarının 350’den 4’e, çatma yastıkçılar tezgâhlarının 60’tan 8’e indiği belirtilir. (Ahmed Akgündüz, Bilinmeyen Osmanlı. S.467.)

[5]. Elbette Doğu’nun Batı karşısındaki mağlubiyeti bütünüyle örgütlerle açıklanamaz. Bu mağlubiyetin pek çok sebepleri olmakla beraber, bir örgüt zihniyetiyle (Üstadın deyimiyle şahs-ı manevi dehasıyla) çalışmanın büyük bir tesiri olduğuna inanıyoruz.

[6]. Kastamonu Lahikası, Nesil y, s, 1590.

[7]. Bkz. İşaratü’l-İ’caz, s. 6, Asar-ı Bediiyye, s. 137 (Sunuhat), 177 (Muhakemat), Mektubat, c. 2, s. 387 (Münazarat).

[8]. Sikke-i Tasdiki Gaybi, s. 7.

[9]. Sikke-i Tasdik, s. 128.

[10]. Sikke-i Tasdik, s. 115 (Sekizinci Şuâ’dan).

[11]. Risalelerin Latin harfleriyle matbaalarda basım tarihi, 1957’dir.

[12]. Üstad, risalelerin hiçbir yerinde kendisinin müceddid olduğunu iddia etmemiştir. Ama Risâle-i Nûr’un şahs-ı manevisinin müceddid olduğunu çoklukla söyler.

[13]. Sikke-i Tasdik, s. 185.

[14]. Sav Köyü bir nur dersanesi olmuştu. Risaleleri yazanların sayısı bin kişi idi. (Tarihçe-i Hayat, Nesil y, 2145.)

[15]. Mektubat, c. 1, s. 222. (28. Mektup, 7. Risale, 2. İşaret)

[16]. Lem’alar, s. 169. (21. Lem’a’dan.)

[17]. Üstad, yanına gelenleri “dost, kardeş, talebe” olarak üç kısma ayırıyordu. Bir yerde de şöyle der: “Risâle-i Nûr, bir daire değil; mutedahil daireler gibi tabakatı var. Erkânlar ve sahipler ve haslar ve nâşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi tabakatları var.” (Kastamonu Laikası, Nesil y. s. 1665.)

[18]. Lem’alar, s. 173. (21’nci Lem’a’dan). Muhakemat’ta, Müslümanların çalışmalarında iş bölümüne riayet etmediklerinden perişan olduklarını söyler ve şöyle der: Biz, bu hilkat denilen şeriat-ı fıtriyenin emirlerine imtisal edemediğimizden, cehennem-i cehl ile azaplandırıldık. Bu azaptan bizi kurtaracak, taksimü’l-a’mâl kanunuyla amel etmektir. Zira, seleflerimiz taksimü’l-a’mâlin ameliyle cinan-ı ulûma dâhil olmuşlardır. (Muhakemat. Nesil y. s. 1992.)

[19]. Üstad, 60 cilt olarak düşündüğü “İşaratül İ’caz” tefsirinin tamamlanmasını iş bölümü yapacak talebelerine vasiyet etti. İşaratü’l-İ’caz mukaddimesinde şöyle der: “Kur’ân-ı Azîmüşşanın müfessiri, yüksek bir deha sahibi ve nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zat olmalıdır. Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle ve o heyetin telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassuplarından âzâde olarak tam ihlâslarından doğan dâhi bir şahs-ı mânevîde bulunur. İşte, Kur’ân’ı ancak böyle bir şahs-ı mânevî tefsir edebilir. (..) Şu cüzü tefsir ve altmış altı adet, belki yüz otuz adet Sözler ve Mektubat risaleleriyle beraber me’haz olursa, ileride bahtiyar bir heyet öyle bir tefsir-i Kur’ânî yazsın, inşâallah.” İşârâtü’l-İ’câz,
s. 1, 6.

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.