“İnsanlar babalarından ziyade zamanlarına benzerler.” İnsanın zaman ile olan ilişkisini ve zamanın insan üzerindeki belirleyici özelliğini Hz. Peygamber bu hadis-i şerifle özetliyor. Kuşaklar arası algı ve tercih farkı kuşakları oluşturan yıl farkından daha derindir. Zamanın belirleyiciliği kişinin yalnızca yaşadığı zamana göre şekillenmesi ve karakter kazanmasından ibaret değildir. Bu aynı zamanda kişinin yaşadığı zamanda tanık olduğu olayları yorumlayış biçimini de etkiler. Moğol istilasını tarihin ve insanlığın sonu olarak yorumlayanlar kendi zamanlarına göre haklıydılar. Ancak o istiladan bu yana yaklaşık 1000 yıl geçti ve insanoğlu hala ayakta. Kapitalist batı medeniyetinin ulaştığı seviyeyi tarihin sonu olarak gören pozitivistler batı medeniyetinin inişe geçişini göremediler bile.
İnsanın zamana olan bağımlılığı aynı zamanda onun acziyetidir. Zamana bağımlılık ve bu bağımlılık ile birlikte ortaya çıkan algı, kavrayış ve tercih insanın üslubunu, tercihini hatta kullandığı dili de belirleyen bir etkendir. Siyasete bakışımız da zamana olan bağımlılığımıza ve zaman ile olan ilişkimize göre şekillenir. Önümüzdeki siyasi seçenekleri o anki ihtiyacımız, haleti ruhiyemiz, emellerimiz ve dönemsel meyillerimize göre değerlendirebiliriz. Kriz dönemlerinde ortaya çıkan ve çok şey vaad eden siyasi önderlerin yüceltilmesi, insani vasıflarının ve kusurlarının görmezden gelinmesi veya bunun tam tersi muhalif olduğumuz siyasi iktidarların abartılı bir şekilde eleştirilmesi gibi. Hiçbirisi zamandan, zamanı (gerçeği) algılayış biçiminden ve acziyetimizden bağımsız değildir.
Risale Haber’de geçen hafta bir haber yayınlandı. Haber, Doç. Dr. Erhan Afyoncu’nun 2. Abdülhamit’i anma töreninde yapmış olduğu bir konuşmadaki tespiti aktarıyordu. Doç. Dr. Erhan Afyoncu’nun görüşü özetle şuydu: “Said Nursi gibi dini hassasiyeti olan insanlar bile O'nu (Sultan 2. Abdülhamit) anlamada zorlandı.”
Sayın Doç. Dr. Erhan Afyoncu’nun bu tespiti Said Nursi’nin de 2. Abdülhamit rejimine muhalif bir duruş sergilemesinden kaynaklanıyor. “Münazarat” isimli eser yazılış tarihine de bakılarak dönemsel olarak okunursa eserin istibdat rejiminin eleştirisine yönelik olduğu görülür ve bu sebeple 2. Abdülhamit devrine egemen olan baskıcı rejime yönelik bir eleştiri olduğu söylenebilir. Zira eser o dönemin koşullarından bağımsız değildir. Bu son derece de normaldir. Tabii ki Said Nursi bu istibdat dönemine tanıklık etmiş, keyfilik ve haksızlıkları gözlemlemiş ve yolunu buna göre belirlemiştir. Bediüzzaman 2. Abdülhamit istibdadını görmemiş olsaydı, her şeyin tıkır tıkır işlediği bir rejimde dünyaya gelseydi “Ben dindar bir cumhuriyetçiyim” diye haykırmazdı.
Bediüzzaman’ın “Münazarat” isimli eserinde sık sık tekrarlanan “istibdat” kelimesinin Sultan Abdülhamit dönemiyle özdeşleşmiş bir kavram olduğunu biliyoruz. Bediüzzaman’ın kullandığı istibdat kavramı ise yalnızca bu dönemi ifade eden bir anlam ihtiva etmiyor. Münazarat’taki istibdat teorik özellikleri ağır basan siyasi bir kavram. Yalnızca siyasi iktidar için değil dini otoriteler (örneğin tarikat taassubu, alim taassubu gibi) için dahi kullanılan ve insani değerlerin düşmanı olarak yorumlanan bir hastalık, ruh, vahşet ve cehalet. Bu nedenle eserin muhatabının yalnızca o dönem siyasi iktidarı olduğu söylenemez. Muhataplar daha geniş bir zaman aralığında yaşamış olanlar. Aşiretler, tarikatler, tımarlı sipahiler, ağalar, beylerbeyleri, krallar vs.
Bu sebeple Bediüzzaman’ın Abdülhamit’i anlayamadığını söylemek tamamıyla doğru da sayılmaz. Çünkü Bediüzzaman’ın istibdat karşısında duruşu Abdülhamit’in şahsıyla alakalı bir durum değil. Meseleyi Abdülhamit’in veya Osmanlı Hanedanının varlığına indirgeyenler çok daha farklı gruplar.
Buna rağmen Bediüzzaman’ın pekala Abdülhamit karşıtı olduğunu da söyleyebiliriz. Ancak sonraki yıllarda bir özeleştiri yaparak Sultan Abdülhamit dönemine yönelik eleştirileri daha güçlü ve zararlı bir istibdadın varlığının hissedilmesinden kaynaklanan erken eleştiri olduğunu belirtmekte ve Meşrutiyet döneminde yapılan eleştirilerin hedefinin şaştığını dile getirmektedir. Bediüzzaman’ın bizzat şahit olduğu yeni siyasi gelişmeler karşısında Abdülhamit’e yöneltilen eleştirileri zaman süzgecinde tarttığı, o dönem ile sonraki dönem arasında bir mukayese yaptığı anlaşılıyor. Bediüzzaman’ın siyasete yaklaşımı ilke bazında olduğu için bunun bir hatadan dönüş olarak yorumlanması tabii ki mümkün değil. Yani “Nerde o eski günler” demiyor kesinlikle.
Bediüzzaman’ın bu sonraki özeleştirisi hamiyet sahibi insanoğlunun zaman karşısındaki acziyetini de hatırlatan bir durum. Bediüzzaman’ın bu latif özeleştirisi bizlerin Risale-i Nurlara muhatap olmasını kolaylaştıran ve hızlandıran bir durum. Böyle olduğu anda biz gerçekten Bediüzzaman’ın bir ders arkadaşı olduğumuzu hissedebiliyoruz. Zaten O’nun istediği de bu. Ne söylenirse söylensin “vardır bir hikmeti” deyip baş eğmek değil her şeyi mihenkte tartmak. Kendisini temize çıkarmaması ve büyük bir özgüven ve dürüstlükle özeleştiri yapabilmesi.
Bediüzzaman’ı “Siyasetin şerrinden Allah’a sığınırım” demeye götüren olguların bununla da alakalı olduğunu düşünüyorum. Siyasete bulaşmak ve içinde boğulmak zamanın içinde sıkışıp kalmamıza ve olayları doğru tartmamıza engel neden olan bir durum. Bu ancak siyaset üstü bir bakış açısıyla aşılabilir. Risale-i Nurlarda sık zikredilen “gaybaşina nazar” kavramını bu yönüyle de düşünmek gerekiyor.