'Zamanın evladı' olmak

Mustafa H.KURT

Durkheim'in 'sosyal bir varlıktır' diye tarif ettiği insan; gerçekten de o sosyalliğinin bir gereği olarak toplumuyla (ve o toplumun genel yaşam tarzıyla) çeşitli düzeylerde de olsa, münasebet kurmak zorundadır. Arkadaşlık, eğitim ve iş hayatı, akrabalık ilişkileri vb. düşünüldüğünde, bu katılımın aslında bir zorunluluk olduğu da görülecektir. İnsanın sosyal yönünden dolayıdır ki, ceza hukuklarında en çok rastlanan cezalandırma yöntemi de, tahminimce suçluyu tecrit etme, yani kişinin sosyalliğini gerçekleştirmesini engelleme şeklindedir.

Ne var ki, dünyaya gözünü bu asırda açan her bireyin, ‘sosyal varlıklığından’ dolayı kendisini bir ferdi bulduğu bu hazır medeniyetteki tipik yaşam tarzları; aslında -seçme hakkı da tanınmaz bir şekilde- insana dikte edilmekte.. Bilmem hangi ‘yıldızın’ giyim tarzıyla, falanca popüler şahsın esprileriyle ya da ‘masum’ bir filmdeki alalade bir karakterle, kısacası her fırsatta gözümüze sokulan “araçlarla”, o yaşam tarzı ve ardındaki fikriyatı, içimizi telkinat çöplüğüne çevirmekte neredeyse.. Mustafa Özcan Bey’in ifadesiyle: “Gerçekten de, modernizm anlamında Batı medeniyetine bigane kalmak mümkün değildir. Modern medeniyet Batı mahsulü olmakla birlikte Batı ile sınırlı değildir ve küresel olmuştur.” (‘Hadis Mucizesi’ 23 Temmuz 2009). Bu itibarla da pek çok müslüman, veya müslüman olmasa da ahlak ve vicdan hassası bir çok akıl sahibi dahi; az ya da çok ama muhakkak, sunulan (daha doğrusu dayatılan) o 'modern' yaşantının yıkıcılığından etkilenebilmektedirler.

Bu ahirzamanın bir mensubu olarak, Bediüzzaman Hz.nin bir ömür boyu dert edindiği şeylerden biri de; modern insanı, o modern yaşantının bilhassa manevî hisler üzerindeki yıkıcı etkileri konusunda uyarabilmek olmuştur. Zira temel felsefesinde sosyal hayatın dayanak noktası olarak ‘hak yerine kuvveti’ esas alan bir medeniyettir bu.. Ve üstelik, "nev-i beşerin ve belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hâzıra, Kur'ân'a karşı muâraza vaziyetini almıştır"…(Sözler, s.407)   Bediüzzaman Hz.’ne ait bu ifadede, günümüz hakim medeniyetini oluşturan dinamiklerin iç yüzlerini görebilmemiz anlamında önemli bir ima da bulunmaktadır ki: Bu medeniyeti bu hale getiren 'çıkmaz felsefede', insan kaynaklı olmayan 'ne türden fikirler' de pay sahibi olabilmişlerdir. Kim bilir ne türden ‘ervah-ı hâbise’, insanlar arasındaki oyuncakları vasıtasıyla bu medeniyetin böylesine ‘mimsiz’ şeytanî bir yapıya bürünmesine katkıda bulunmuşlardır!…

Varlıklarını hemen her gün bir şekilde hissettirdikleri üzere, bahsimize konu olan o yaşam tarzında, dünya sevgisinin aşılandığı ve maddiyatın geçer akçe kılındığı; ve üstelik bu akçeyi edinmek için de tüm yolların mübah (belki de farz) görüldüğü acımasız dişliler bulunmakta. Dünyaya aşırı bağlılıktan kurtulabildiğini farz etsek dahi, öyle bir toplumun ve zamanın ferdi olması hesabıyla kimi günümüz müslümanı; çevresindeki o dişliler arasında ezilmemek adına bazen ‘piyasa şartları’, bazen de ‘oyunun kuralları’ gibi ‘mazeretlerle’ pekala gayr-ı islâmî refleksler geliştirebiliyor. Ve böyle yapmakla o kişi, aslında kendisinin de bir dişli haline gelerek başka fertleri ezebildiğini ise maalesef her zaman göremeyebiliyor.

Ve maalesef, muhafazakar kesime yöneltilen bu konudaki bazı eleştiriel “traji-komik” tanımlamalarla görünürde belli bir ‘zengin’ kesimin kastedildiği düşünülse de; haklı gerekçelerimle, başta bu fakirin olmak üzere, zamanımızdaki birçok ‘fakir’ Müslümanın dahi -kalben de olsa- o türden tanımlamaların kapsamına girebileceğine dair bir endişe duymaktayım!.  Ancak, hiç şüphesiz Müslümanların, dinlerinin ana kaynaklarında dünyaya karşı aşırı muhabbetten ne denli ısrarla ve tekrarla uyarıldıklarını anlamak için, o kaynaklarda sadece sathî bir araştırma yapmak bile yeterli olacaktır. Ne yazık ki bu netliğe rağmen, dinî hassasiyete sahip zannedilen insanlar arasında dahî, maddî menfaatleri söz konusu olduğunda, tamamen o menfaatine göre davranan ‘kişiliklere’ de zaman zaman rastlayabilmekteyiz... 

İçinde yaşadığımız zamanın bu maddiyatçılığında; o modern kültürün, bireye ve topluma ait belirleyici özelliklerin birçoğuna yapmış olduğu maddeci-lâdinî etki başroldedir elbette. Gözlerimiz, toplumlar ve fertler üzerinde “küresel bir yozlaşma” şeklinde kendisini gösteren bu etkinin sonuçlarına şahit olmakta her gün..  İletişimin hızlı araçlarının da ‘sayesinde’, geleneklerinin artık neredeyse aynılaşarak bir anlamda kalktığı ve yaşam tarzlarının bir ‘yozlaşma yarışıyla’ iyice birbirine benzeştiği toplumları da görmek zorunda kalan aynı gözler; ne hazindir ki, değer yargıları, fikir yapıları, idealleri vs. özellikleri belli merkezlerden kolayca yönlendirilen özgür bireylerle (!) karşılaşma talihsizliğini çok daha fazla yaşamaktalar!…

Kendisinden önceki devirlerden tamamen farklı olarak; ulaşılan teknik seviyenin, büyük oranda hak yerine kuvveti esas alan böylesi bir küresel sömürü ve ifsad fikriyatının yerleşmesi yolunda kullanıldığı bu ahirzaman, insanlığa maddî-manevî, ne çok acılar yaşatmıştır…

Batı medeniyetinin “yüzlerinden” karanlık yüzüne ait bu fikriyat; Avrupa’dan çıkarak, neredeyse adım atılmadık yerini bırakmayacak şekilde, dünyanın zenginlik kaynaklarına el uzatmakla güçlenmiş bir medeniyetin de fikriyatıdır aynı zamanda. ‘Aydınlanma’ Çağı ya da Sanayi Devrimi gibi ‘atılımlarını’, sömürgeciliğin maddî kazanımlarını hiç hatıra getirmeyerek kendi ‘üstün’ özelliklerine bağlayan bu çıkarcı zihniyetin haklı olup olmadığı ise meydandır.

İnsanlık tarihin son dört-beş yüzyıllık bu en zalim kısmı; böylesine çirkin ve asaleti kendinden menkul bir gücün, fırsatı ele geçirdiğinde –her türlü parlak slogan ve ideolojisine rağmen- insanlığı vicdanen, ahlaken nerelere-nasıl getirdiğinin de tarihidir aynı zamanda…  

Bu son devre ait bizler ise, bilim adına(!) maneviyatı inkar etmeyi-kutsalı hor görmeyi varlık sebebi bilen felsefelerin sebep olduğu ‘büyük tahribatla’; ve de bundan doğan fikrî bunalımlarla çalkalanmış bir devrin insanlarıyız… Çarpıtılmış ve ideolojilerin propaganda aracı haline getirilmiş bir bilimsel düşüncenin, devrimizdeki yoğun dinsizlik telkinleri, asrın ‘imansızlık hastalığına’ yakalanmasının da ana faktörlerindendir zaten...

Ve yine bizler, her defasında ‘elimizde kalan’ ideolojilerden edindiğimiz derin tatminsizlik ve hayal kırıklıklarımız gibi; geçmişine sövmeyi ve köklerini inkar etmeyi değişmez politikaları edinmelerine rağmen, aşklarına Batıdan karşılık bulamayan arsız rejimlerin de yılmaz bekçileriy(miş)iz. İnananlara yönelik yüzyıllar süren aşağılama gayretlerinin ve bir maddî mağlubiyetin kahredici sancılarına maruz kalmak da yine bize, biz ahirzaman Müslümanlarına mukadder bir hal olarak tarihteki yerini almış durumdadır.

Kısacası bizler, kurdun gövdeye girdiği ‘maddeci bir zamanın’, ahirzamanın evlatlarıyız…
 
Ancak bütün bu olumsuzluklara, bu zamanın evladı olmak konusundaki böylesi ‘talihsizliklerimize’ rağmen, şunu muhakkak hep göz önünde bulundurmalıyız ki:

Modernitenin dayattığı yaşam tarzlarını kısmen 'kendi yaşam tarzımız' haline getirmemiz konusunda pek çoğumuzun dilinde ve aklında bir "mazeret" olan insanın o ‘sosyal yanı’; kendisinden şikayette, ahirzamana ait zararlı her şeyle etkileşimin kısmen kaçınılmazlığı gibi haklı gerekçeleri barındırdığı gibi; bu asırda doğmuş olmakla sanki iyi bir Müslüman olma imkanımızı daha doğarken kaybetmişiz şeklindeki ilahi adalete zıt, tehlikeli ve yanlış bir düşünceye kapılma riskini de içerisinde barındırabilmektedir.

Ancak ne mazeret sunarsak sunalım, Rıza-ı İlâhî, İlahî bir vaadin ve adaletin gereği olarak; ‘ahirzamana rağmen’ ama ahirzamana has kolaylıkların da yardımıyla ve de elbette ki ‘ahirzamanda da’ elde edilebilecektir inşaallah.

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.