Hayalinize serzenişte bulunmadan edemiyorum. Zaaflarımla yüzleşmemenin bir yolu da bu: Başkasını suçlamak. Aldırmamak elimde olan birşey değil. Zayıflığım ve hem de zenginliğim bu benim. Kaşımasını sevdiğim bir yara gibi. Zayıflık dilencinin zenginliğidir. Çünkü 'yardım istemek' ve 'edilmek' ona zenginliktir. Ama keşke bir süre hatırımda olmasaydınız. Ben de sizi hesaba katmadan rahat rahat yazabilseydim. Empatik yükünüzü çekmeseydim.
Diğer taraftan bakınca: İyi ki varsınız! İyi ki 'sizi de hesaba katmaya' mecbur ediyorsunuz. Zaten her yazı bir açıdan da 'ötekine ulaşma çabası' değil midir? Emin değilim: Belki derdimi anlatmakla ben de sizi birşeylerden kurtarıyorum. Ama siz de kendilik kalemden kurtarıyorsunuz beni aynı fiil içinde. Bir sırr-ı iktiran bu. Veren el olduğunu sananın aynı zamanda alan el olduğu. Sebepler dairesindeki her el elin aslında alan el olduğu. Veren elin yalnızca Allah olduğu. Herşeyin hazinesinin yanında olduğu.
Mürşidim bu sırr-ı iktiran hakkında diyor ki: "Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet zannetmeleridir. Hem birşeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir. Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder. Halbuki o nimetin ademi, birtek şartın ademiyle oluyor."
Bir noktadan sonra varlığınızı unutuyorum elbette. Fakat başlarken haberdar olmak rahatsız ediyor. Size birşeyler anlatıyor olmak, size göre olmak, ceketim açıksa iliklemek veya saçım dağınıksa düzeltmek gibi bir tasannu içeriyor. Bundan rahatsız oluyorum. Kalem yapmacıklığa dayanamaz. Sırıtıverir hemen kurgusallık. Bir başkası olarak çok fazla kalamazsınız. Yalancının mumunun yatsıya kadar yanması tesadüf değil. Kendinden başkası olmanın/kalmanın güçlüğü bu. Fıtratın tüm düzmecelere şanlı direnişi. İstemeyişi. Bir öykü yazarı bile tastamam olmamış birşeyi anlatamaz. Olmamışın hakkında konuşulamaz çünkü. Mutlak yok, sadece farkındalığın değil, 'hakkındalığın' da yokluğudur. Mutlak yokun 'dair'i olmaz. Bu yüzden yokun hikayesi olmaz.
Hikayeci olmuş gibi anlatırken aslında olduğuna inanır. İnandığı için öyle yazar. Yazarken inanır. İnanırken yazar. Hem, biz sezmeyiz belki ama, öykünün bazı/birçok yanları gerçekten de olmuştur. Öyle veya böyle hayatın içinden alır malzemesini hikaye. Öykü gerçekçilik ile izdivacını da bu halvette gerçekleştirir. Kalbinize de buradan dokunur. Çünkü yaşamışsınızdır. Aynısını olmasa da benzetebileceğiniz birisinin yerine koyarsınız onu. Aşinalık öykünün size tutunduğu yerdir. "Sanki beni anlatıyor!" dedirttiği yer.
Bir öykü yazarın yaşamında/hafızasında açtığı koridor gibidir. Kalemiyle ve hayaliyle hayatının içine doğru bir yolculuğa çıkar. Bazı parçaları beğenir. Bazı parçalardan sakınır. Bazı pişmanlıkları deşer. Bazı yaraları kanatır. Bunu yaparken "İşte bunlar benimdir!" demez çoğu zaman. Cüzzamlı "Ben cüzzamlıyım!" diye övünebilir mi hiç? O da kabullenip övünemez zaaflarıyla.
'Acı' başka şey 'zaaf' başka şey. Acılarıyla övünen çoktur da zaaflarıyla övünen yoktur şu hayatta. Zaaflarınızı göstermek kavgada gardınızı düşürmek gibi gelir. Burada birşeye daha dikkatini çekmek istiyorum arkadaşım: Acı ve zaaf birbirine yakın şeyler gibi gelse de aynı değiller. Rasat edin kendinizi. Salt acılarınızı anmak, zaaflarınızı saymak değil, 'ben'inizi pohpohlamaktır. 'Benbencilik'tir. Dayanabilmişsinizdir çünkü onlara. Bu pohpohlamayı anlatırken siz de hissedersiniz. Dertleşirken göğsünüz kabarır hafiften: "Nelere katlanmışım ama!" dersiniz içinizden. Göze gelmez yerlerinizden.
Bir açık tatmin ve gizli iltifat tadarsınız çektiklerinizi aktarırken. Çoğunlukla da 'abartır'ken. Acılarınızdan bir kibir dağınız olur üzerine tırmandığınız. Gamının orijinalliğine ve onlardan elde ettiği üstünlüğe(!) yaslanan kasıntı karamsar tipler vardır. Aşk romanlarının 'rahat batan' tipleri. Peki zaaflarını anlatırken insan nasıl bir halet-i ruhiyeye bürünür? İşte arkadaşım burada seninle farklı düşünüyoruz. Çünkü ben aynısı olmadığını düşünüyorum. Zira zaafta övüçlü hiçbir şey yoktur. İtiraf, acıda değil, zaafta güç olur.
Hepimiz 'bilinmezliğin zırhıyla' kaplanmış hayatlarımızdan hoşlanıyoruz. Allah'ın Settar oluşu fıtratımızın da arzuladığı birşey. Ayıplı hatıralarımızın/anlarımızın bilinmesini istemeyiz. Korkaklığımıza şahit olunmasından rahatsız oluruz mesela. Köpekten veya karanlıktan kaçışımızı tevil etmeye çalışırız. Birilerinin önünde ağlamaktan sakınmamız da bundandır. Duygularını belli etmeyen insanlara 'güçlü' dememiz de bunun delili.
Fakat içimizde bir yer daha var. Bilinmek istiyor. Yaraları var da sarılmak istiyor. Sesi var. Duyulmasını istiyor. Taşması yakın bardakları var. Dökülmek istiyor. O halde öykü, 'mış gibi yaparak' dökülmenin en kolay tarzıdır. Ne teşhis edilebilecek kadar sizdir o, ne de 'o değildir' denilecek kadar bir başkası. Birden hatırıma gelen birşey: Bazen valideme üzüldüğü filmlerde 'sadece birer kurgu' olduklarını hatırlatırım. Bana hep şöyle der: "Sanki gerçekte böyle şeyler olmamış mı?" Ağlanan nedir o zaman? Ağlanan 'o an olan' değil, 'olmuş/olabilecek olan'dır. Öykücünün ve okurunun inanmadığı birşey yok öyküde. Ben de buna inandım.