Bediüzzaman Said Nursî’nin İşâratü’l-İ’câz tefsiri, Kur’an lafızlarının inceliklerini ortaya koymak bakımından muhteşem bir tefsirdir. Bu tefsiri okuyunca insan Kur’an’ın nasıl bir mucize olduğunu daha iyi anlamaktadır.
Bediüzzaman, müttekîlerin özelliklerinden birini ifade eden “وَمِمَّا رَزَقْنَاهُمْ يُنْفِقُونَۙ = (Onlar) kendilerine rızık olarak verdiğimizden Allah yolunda infakta bulunurlar. ” (Bakara 2/3) âyetinin, aynı mânayı ifade eden “
Bu taşınma ve yaygınlaştırma ameliyesi, “başkalarına verilebilecek veya başkalarının yararına olacak” her şeyi kapsar. Bu şeylerin başında ilim gelir. Özellikle gününüzde ilmin önemi daha da artmıştır. Öyle ki, güç ve kuvvet denilince insanın aklına ilk olarak bedenî ve fizikî bir kavram geliyor. Kuvvet enerjidir ve yeni bir enerji elde etmek için de maddenin enerjiye çevrilmesi gerekir. Ancak günümüzde madde ile bilgi yan yana konulduğunda asıl güç kaynağı bilgi kabul edilir. Bilgi güçtür. Bilgiliyseniz güçlüsünüzdür. Dolayısıyla bilgi, Cenâb-ı Allah’ın insana ihsan ettiği en büyük nimetlerden biridir ve maddî nimetlerin zekâtının verilmesi gerektiği gibi, ilmin de zekâtını vermek gerekir.
İlim mâluma tabidir ve var olanla sınırlıdır. Fikir ve düşünce ise bilgiden başka bir şeydir. Bilgi ve düşünce arasında kompleks bir ilişkiler ağı vardır. Düşünce bilgisiz olmaz. Bilgisiz düşünce hayalden ibarettir. Ancak düşünce bilgi demek de değildir. Düşünce bilgiler arasında mekik dokumaktır. San’attan Sâni’a gitmek, daha geniş anlamda sebepten müsebbebe gitmek bir düşünce olduğu gibi, “bu dünyadan birçok kişinin zâlim olarak göçüp gittiği” ve “Yüce Yaratıcı’nın Hakîm ve Âdil olduğu” gerçekleri yan yana konulduğunda bu iki gerçeklikten “Âhiret yurdunun zarurî olduğu” gerçeğini çıkarmak da bir düşüncedir. Bu öyle bir düşüncedir ki mazlum ve mağdur olan herkes bununla mutlu olur, Hz. Yusuf gibi zindanda dahi olsa bu durum onun huzur ve mutluluğunu bozamaz. Böylesine güzel bir düşünce nasıl zekâtsız olabilir? Fikir, zekatı verilmesi gereken nimetlerin başında gelir.
Kuvvetin ne kadar önemli bir nimet olduğunu en iyi hastalar, fakirler ve ezilenler bilir. Elini dahi kaldıramayacak kadar güçsüz olmak ne kadar büyük bir zafiyettir! Şu etrafta koşup zıplayan çocuk ona nisbetle ne kadar da kuvvetlidir! Şu sırtına kendinden iki misli ağır yükü yüklenip götüren adam ne kadar de güçlüdür! Şu hasta adam, şu çocuğa muhtaç değil mi? Şu güçlü adam şu çocuğun nafakasını temin etmese şu çocuk rızkını nasıl elde edecek? Bir askerle bir Genel Kurmay Başkanının gücü hiç kıyas edilebilir mi? Bu gücün bir zekâtı olmamalı mı?
Amel, bedenî bir güçtür. Komşu komşunun külüne muhtaçtır denir. Bir âmânın elinden tutup onu gideceği yere götüren küçük bir çocuk onun gözü hükmünde değil midir? Eşyaya ruh veren ameldir. Şu inşaat sahasında darmadağınık görünen eşyaları bir yıl sonra bir saray şekline gelmiş görebilirsin. Bu eşyaları saraya dönüştüren şey emek değil midir? Böyle bir emeğin ve amelin zekâtını vermek gerekmez mi?
Bediüzzaman malın dışında zekatı verilmesi gereken şeyler olarak ilim, fikir, kuvvet, amel gibi hususları saymıştır. Bunlar birer örnektir. Bunları eşya ve varlık adedince, hatta düşünce ve fikir adedince çoğaltmak mümkündür.
Zekâtı mala hasretmek doğru değildir; mümkün olduğunca zekâtı başka şeylere taşımak ve yaygınlaştırmak gerekir.