"Bilirsiniz ki ebedî düşmanlarınız ve zıtlarınız ve hasımlarınız İslâmın şeâirini tahrip ediyorlar. Öyleyse, zarurî vazifeniz, şeâiri ihyâ ve muhafaza etmektir. Yoksa şuursuz olarak şuurlu düşmana yardımdır. Şeâirde tehâvün zaaf-ı milliyeti gösterir. Zaaf ise, düşmanı tevkif etmez, teşci eder." Bediüzzaman'ın Meclis-i Mebûsâna Hitabından...
Yıllardır bir 'yumurta küfesi' muhabbetidir döner muhterem kârilerim. Yumurta küfesi aşağı. Yumurta küfesi yukarı. Tıpkı kaplumbağanın kabuğu gibi siyasiyyunun sırtına yapışıktır. Evet. Birisine "Yahu şöyle demeli değil miydin?" dersin. Cevabı hazırdır: "Sırtımızda yumurta küfesi var." Başka birisine "Şöyle yapsan daha doğru olmaz mıydı?" diye sorarsın. Hemen yapıştırır: "Sırtımızda yumurta küfesi var." Bu yumurta küfesinin denge bozuculuğu nedeniyle istikametsizlik alır yürür. Yanlışın bini bir para edilir. Fakat hiçbirisinden mesuliyet kabul edilmez. Çünkü kim azıcık parmağını sallasa "Sus!" denmesi hazırdır. Sırtlarında yumurta küfesi vardır. Yumurtaların sağlığı için lazımsa yol bozulur. Hem yoldan çıkılır. Fakat yumurtalar bozulmaz.
Zaman siyonistlerin parası değildir ki bitmesin a! Yahut da İsrail'le ticaretimiz değildir ki kesilmesin. Elbet biter. Elbet geçer. Bu defa içinden kartal çıkmasını beklediğiniz yumurtalar, kuluçka dönemini atlatırlarsa tabii, sizi bir sürprizle karşılarlar: Aaaa! Şok. Şok. Şok. Flaş. Flaş. Flaş. Meğer hepsi 'cılk' olmuştur. Yahut da içlerinden kartal değil bildiğin köy tavuğu çıkmıştır. Demek yumurtaların sağlığı onlar için akrobasinin gözüne basmakta değildir. Ya? Gerekirse kavga etmekte, yere düşmekte ve hatta onları da düşürmektedir. Zira 'müslüman yuvasının kartalları' dansözlerin sırtlarında çalkalanmakla yetişmezler. Merdoğlu mücadelelerde harlanır onların ateşleri... Yani, hayatlarını sevdikçe ölürler, ölümlerini umursamayınca canlanırlar.
Tavukların çağı bizimle başlamadı. Dolayısıyla yumurtaları için ilk endişelenen de biz değiliz. Evet. Musa aleyhisselamın vaadedilmiş toprakların kapısına kadar getirdiği İsrailoğulları da küfeleri için bir hayli telaşlıydılar: "Biz savaşmayız. Yazık bize. Sen Allah'ınla beraber git. Onlarla savaş. Kazan. Şehri düşür. Ondan sonra yerleşelim..." demişlerdi. Daha bunun gibi birçok korkakça laf etmişlerdi. Peki Musa aleyhisselam nasıl karşıladı bu tavrı? Kırk yıl çöllerde süründüler. Çöllerde sürünürken de epey yumurta kırdılar. Yumurtalarının kırılmasına alıştılar. Sırtlarındaki küfeyi attılar. Nihayet piştiler. Cihad edecek seviyeye geldiler. Sonra gerip dönüp şehri aldılar. 'Vaadedilmiş topraklar' dedim, yanlış anlaşılmasın, o toprakların vaadedildiği kişiler müslümanlardır. Yahudi ırkı değildir. Dolayısıyla vârisi bugünün sapkın İsrailoğulları değil müstakim müslüman mücahidlerdir.
Zaten, Musa aleyhisselamın cennette gözlerinden öpeceği kişilerin, siyonistler gibi Calut müsveddeleri değil, Yahya Sinvar gibi Gazzeli yiğitler olacağı malumdur. Aynen. Hatta, biraz ferasetle, şu ayet-i kerimenin sahabe efendilerimiz üzerinden parmağını ta bu zamana kadar uzattığını söyleyebiliriz: "Muhammed Allah'ın Resulüdür. Beraberindekiler ise kâfirlere karşı şiddetli, kendi aralarında merhametlidirler. Onları rükûda, secdede, hep Allah'ın lütuf ve hoşnutluğunu ararken görürsün. Yüzlerinde de secde izi vardır. Bu onların Tevrat'taki tasvirleridir." Hüda, Fetih sûresinde, bu haberi boşuna vermiyor elbette. Zaten Tevrat'ta da bu haber boşuna verilmemişti. O Calut müsveddelerine Musa aleyhisselamın hakiki varislerinin kim olduğu hatırlatılmıştı. Ki gördüklerinde tanısınlar. Evet. Onlar Yahya Sinvar'ı da evlatlarından daha iyi tanırlar. Lakin pek hasuddurlar...
Hak Teala, sahabeyi bize böyle anlatıyor ki kârilerim, istikametin nerede olduğunu da bilelim. İstikamet "Aman Ali Rıza Bey ağzımızın tadı kaçmasın!" demekte değildir. İstikamet 'müslümanlar mabeyninde merhametle' ama 'kâfirler sözkonusu olduğunda yumuşamadan' yaşamaktadır. Hatta kâfirlerin de muvaffakiyeti buradadır. Onlar da kendi aralarında merhametli ama müslümanlara karşı şiddetli olmakla küfürlerinde dehşetli olurlar. Zaten Gazze'de gördüğümüz manzara da budur. Müslümanın gamına bakan yoktur. Bebeğine, kadınına, yaşlısına acıyan yoktur. Ancak kâfir bir ülke sözkonusu olduğunda, mesela Ukrayna, hep beraber yardımına koşulmaktadır. Müslümanlar izzetin formülünü unutmuş fakat kâfirler sarılmışlardır sıkıca. Felek insana daha neler neler gösterir muhterem kârilerim. Bu gördüklerinize şaşırmayın. Ahirzamanın acayibi çoktur.
Diyanet İşleri Başkanımız Ali Erbaş Hoca'nın bazı halleri de acayibin bir delili değil midir? 14 asırdır bütün ümmetin, müstakim ulemasının, Kur'an'ın ve sünnetin ittifak ettiği bir hakikat olan "Hz. İsa aleyhisselamın ölmeyip göğe çekildiği..." meselesinde hiç yumuşamayarak "Ölmüştür!" diyebilen aslan yürekli hocamız; Murat Bardakçı gibi seküler tarihçilerin bile "Müslüman değildi!" dediği Mustafa Kemal'e dua etmekten geri durmamaktadır. (Geçtiğimiz 29 Ekim resepsiyonunu da ıskalanmamıştır.) Peki çok içinden geldiği için mi edilmiştir bu dua? Hayır. Böyle olduğuna ben de inanmıyorum. Lakin, işte, zurnanın zort, zırt, hatta "Zaaaart!" diye inlediği yer de burasıdır. Mezkûr merhamet-şiddet dengesi yitirildiği için bu tür muvazenesizlikler yaşanmaktadır. Merhametle muamele edilmesi gereken muktesebata "âli kıran baş kesen..." yapılırken, sağlam durulması gereken noktalarda da "Sırtımızda yumurta küfesi var!" denilerek alabildiğine esnemeler yaşanmaktadır.
Dolayısıyla, ben, 22 yıllık iktidarın ardından hâlâ kemalistlere karşı bacaklarımızın titremesini çok görmüyorum. Hatta "22 yıl az bile!" diyorum. Bizim 40 senemiz var. Eğer Kur'an'daki o '40' çokluktan kinaye değilse... Kinaye olması ihtimalini de yabana atmayın. Zira yüzümüz yüzyıldır bu çölün toprağında geziyor. Samirîlerimizin yaptığı heykellere yüzyıldır saygı duruşu duruyoruz. Kim gelirse gelsin, giderse gitsin, sonuç pek değişmiyor. Demek birden olmayacak bu iş. Daha çölün bizden alacak hakkı var. Bizden yetiştireceği adamlar var. Bizim yumurtalar tavuk yumurtası değil kartal yumurtası. Kartalsa kavgayla yetişir.