Türkiye'de solcu olmak zordur. Çünkü, öldüğünüzde 'ışıklar içinde' uyumanız gerekir ki, ışıklar içinde uyumak başlıbaşına bir zorluktur. Şahsen ben ışıklar içinde uyuyamam. Hatta nokta kadar ışık gözümün içine baksın uyuyamam. Fakat onlar uyuyabiliyor. Takdir etmek lazım tabii. Ettik. Tamam. İşte bu uyuyanlardan birisi de, muhterem kârilerim, Mustafa Kemal'dir. Ah, ah. Gitmek nasip olmadı. Ama duyduğuma göre Anıtkabir'in de ışıkları hiç kapatılmıyormuş. Öyleyse pekâlâ Mustafa Kemal'in de 'ışıklar içinde uyuduğunu' söyleyebiliriz. Niye uyumasın ki canım? Nihayetinde faturalar ona ulaşmıyor. Kaç lamba yakarlarsa yaksınlar. Dert mi yani? İyi ki de ulaşamıyor hem. Niye böyle söyledim? Zira böyle bir harcamaya sıcak bakmayacaktı belki. Zaten lider gibi lider olan hiçbir lider düz israfa sıcak bakmaz.
Bense Mustafa Kemal'in uykularından çok uyanıklığıyla ilgileniyorum. Evet. İlgileniyorum. "Acaba zaman zaman uyanıp şöyle soruyor mudur kendine..." diye düşünüyorum bazı zamanlar: "Alevilerin beni sevmemesi için daha ne yapmam lazım?" Sahi. Böyle birşeyi kendine soruyor mudur diye merak ediyorum. Öyle ya. Tasavvur ediniz lütfen: Tekke ve zaviyeleri kapatırken onların da Alevi-Bektaşi dergâhlarına kilit vurmuşsunuz. Al sana. Varan 1. Sonra bir de Anadolu'daki merkezleri sayılabilecek Dersim'e harekât düzenlemişsiniz. (Epey bir ölüm olduğu; hatta bu ölümlerde kadın, çocuk, sivil ayrımı yapılmadığı; çeşitli kaynaklara göre âdiyattan bir malumat.) Al sana. Varan 2. Yetmemiş, evlatlığınızı dahi bir uçağa bindirip, bombalasın diye oralara göndermişsiniz. Al sana. Varan 3. Bir de Seyyit Rıza gibi bir liderlerini asmışsınız. Al sana. Varan 4. İşte bunların hepsi emektir kârilerim. Bunların hepsi özveri. İnsan yaptıklarıyla hep bir mesaj vermeye çalışır çevresine. Öyle değil mi? Bu çabaların da mesajı belli.
Fakat, heyhat, yine de aleviler size bayılıyorlar. Nefreti bırakınız aşklarını haykırıyorlar. Evlerine, cemevlerine vs. boy boy resimlerinizi asıyorlar. Çocuklarına posterlerinizi sallatıyorlar. Kollarına, bacaklarına, gövdelerine, hatta arabalarının üzerlerine dahi imzanızı dövme yaptırıyorlar. Ne kadar enteresan bir hikâye değil mi? Böyle bir enteresanlık, öyle yüksek bir dimağı, mezarında dahi meşgul etmiştir zannederim. Cevabını bulamadan öldüyse tabii... Zira Atatürk, her ilme meraklı olduğu gibi, sosyo-psikolojiye de meraklıdır. "Hayatta en hakiki mürşid ilimdir!" diyen insandan bekleriz bu merakı.
Ama, şimdi düşünüyorum, belki de hata yapıyorum. Çünkü, benim bu söylediklerim, Atatürk'ün 'birşeyleri bilemeyeceğini' imâ ediyor. Hiç mümkün olabilir mi? Cık, cık, cık. Doğrusu tereddüt etmem gerekirdi. Öyle bir öndere böyle bir kusur yakışmaz. Elbette o geçmiş-gelecek herşeye taalluku olan bir insandı. Hatta ortaokuldayken bir arkadaşım şöyle birşey de anlatmıştı: Mustafa Kemal birgün Urfa'da okulları dolaşırken bakışlarını hiç beğenmediği bir çocuğa rastlamış. Sonra yanındakilere dönüp "Bu çocuğa dikkat edin..." demiş, "Yakında memleketin başına bela olabilir." Vee... Tatatataaaaammm.
İşte o çocuk yıllar sonra PKK'yı kurmuş. Yani, bildiğiniz Abdullah Öcalan'ı teşhis etmiş Mustafa Kemal, hem de terörist olmasından onyıllar önce. Hey mübarek! İçinizdeki bazı çokbilmişler şimdi benim bu söylediklerime de itiraz edecekler. Aman, ederlerse etsinler, çok da tın. Biliyorum onları. Evet. Diyecekler ki mesela: "Apo'nun doğum tarihi 1949. Atatürk'ün ölüm tarihi 1938. Nasıl olabilir böyle bir olay?" Yahu işi asıl 'keramet' kılan da bu değil mi? İnsan kendi ölümünden önce doğan çocuğu her türlü görür. Asıl hüner sen öldükten yıllar sonra doğan çocuğun seciyesini ortaya koymada. Öhöm, lütfen, Anıtkabir'de o ışıkları boşuna açık tutmuyorlar. O fatura boşuna gelmiyor aa! Herkes ayağını denk alsın.
Hem Atatürk'ün kerameti bir değil ki. Yaaa... Yine geçenlerde başka birisini CHP eski Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün Bey twitter'da paylaştı. (Twitter mı kaldı oğlum ya? X onun adı X. Elon Musk abinin saçtığı dolarlar eline dizine dursun.) Hatta üstüne de 'Deha ve Liderlik' yazdı beyefendi. Tabii 'Tunceli' neresi 'Dersim' neresi bunları da bilmeyenler olabilir. Azıcık ukalalık yapma fırsatı çıkmışken Zeki Kamilzade kardeşiniz bu fırsatı da kaçırmaz. Efendim, Türkiye'de bazı yöreler "Atatürk'ten önce" ve "Atatürk'ten sonra" diye ikiye ayrılır. Yani, Atatürk'ten önce başka bir ismi vardır, Atatürk'ten sonra başka bir adı olmuştur. Bir misal: Ankara'nın Zülfazl (Fazilet Sahipleri) köyü Atatürk'ten sonra Solfasol (Yeğenimin Rastgele Bastığı Notalar) köyü olmuştur. Neyse. Uzatmayayım. İşte o yerlerden birisi de Dersim'dir. 1937'de öyle bir harekât yaşamıştır ki Dersim, CHP tek parti yönetimi de bu elim icraatını pek beğenmiş, başarısının bir hatırası olsun diye şehrin adını Tunceli olarak değiştirmiştir. Devletin tunçtan elinin bölgenin aklını başına getirdiğine bir işarettir bu. Mustafa Kemal yumruğunu böyle çakar.
Demek ki bir yumrukta aklı başına gelenler arasında Hüseyin Bey'in ataları da vardır. Ne güzel. İşte o yüksek akılla, Hüseyin Bey, şu sözlerin hakikaten Mustafa Kemal'e ait olabileceğini düşünmüştür:
"Efendiler! Biz tekke ve zaviyeleri din düşmanı olduğumuz için değil, bilakis, bu tip yapılar din ve devlet düşmanı olduğu, Selçuklu ve Osmanlı'yı bu yüzden batırdığı için yasakladık. Çok değil yüzyıla kadar, eğer bu sözlerime dikkat etmezseniz, göreceksiniz ki: Bazı kişiler, bazı cemaatlerle biraraya gelerek, bizlerin din düşmanı olduğumuzu öne sürecek, sizlerin oyunuzu alarak başa geçecek, ama sıra devleti bölüşmeye geldiğinde birbirlerine düşeceklerdir. Ayrıca unutmayın ki, o gün geldiğinde, herbir taraf diğerini dinsizlikle suçlamaktan geri durmayacaktır..."
Belki gerçekçiliğinize mağlup düşüp inanamazsınız diye görseldeki Atatürk fotoğrafına ilaveten bir de isim ve tarih konulmuş: 17 Aralık 1927. Mustafa Kemal. Yani: "Aaaa, deli misin, altta tarih ve isim de var yahu. Artık buna da inanmazlık yapamazsın. Üstelik tarihi italik yazmışlar. Belli ki gerçek. Metnin 'Efendiler!' diyerek başladığını da hatırlatırım. Kesin Mustafa Kemal. Başkası olamaz. 'Oha' falan yani."
Eh, evet, geçenlerde de belirttim: Kemalist kitle IQ olarak pek müsait olduğundan ötürü Mustafa Kemal bir türlü Anıtkabir'inde rahat uyuyamıyor. Kalem elinde bekliyor. Sürekli yeni demeçler veriyor. Mecburen gündemi çok sıkı bir şekilde takip de ediyor. (Ki, bulunduğu şartlar düşünülünce, bu hayli zor birşeydir.) Yukarıda, Hüseyin Aygün Bey'in paylaştığı satırları görünce, sizin de tüyleriniz ürpermedi mi? Benim ürperdi şahsen. Evet. Baksanıza, neredeyse isim verecek, "Allah belasını versin FETÖ'nün de AK Parti'nin de!" falan diyecek, öyle bir yöne doğru akıyor metin. Subhanallah! Üstelik, ileride, kendisinin hayatı boyunca hiç yaptırmadığı seçimlerin olacağını da öngörüyor. Keramet denmez de ne denir buna?
İşin şöyle garip bir tarafı daha var kârilerim. Dikkatinizi isterim: Hüseyin Bey'in mensubu olduğu inanç ekolünün de dergâhlarını 'devlet düşmanlığıyla' suçluyor Atatürk. Evet. Bektaşileri ayırıyor mu? Yok. Hüseyin Bey de bunu onaylıyor. Halbuki bugün cemevleri aynı geleneğin devamı olarak açılıyorlar. Resmiyette tekkeler yasak olsalar da başka namlar altında maddi-manevi hizmetlerini sunuyorlar. Peki Hüseyin Bey bu konuda kemalistçe endişelenmiyor mu? Demiyor mu mesela: "Ulan Selçuklu'yu-Osmanlı'yı yıkan şu aleviler şimdi Türkiye'ye ne yapmaz?" Bence sorması lazım. Zira yukarıdaki metinde "Aleviler hariç tabii..." kaydı yok. Hepimizi birden bir torbaya koymuş gibi görünüyor çok sayın Atatürk.
İşte tam da burada, hop, yazının ta başına dönüyorum muhterem kârilerim. Ve Mustafa Kemal'in yaşananlar hakkındaki şaşkınlığına sonuna kadar hakverdiğimi ifade ediyorum. Evet. Hatta şu da var: Alevilerin, böylesine yüksek bir sadakatle, kalbini kazanmanın nasıl mümkün olduğunu 'bir sünni olarak da' merak ettiğimi belirtiyorum. Çünkü ondan bize de çok lazım oluyor. Nihayetinde bu ülkede beraber yaşıyoruz. Hatta sünniliği anmayalım, tamam, fakat sevilmek istiyoruz. İnsan, böyle yürekten, böyle sadakatle, böyle 'herşeye rağmen' sevilmek istemez mi? Ben, yani Zeki Kamilzade kardeşiniz olarak, bütün samimiyetimi kucağıma alıp diyorum ki: "Hem vallahi hem billahi hem de tallahi çok istiyorum."
Geçenlerde 'Ahmed' isimli bir arkadaşımla bu mevzuu konuştuk. Hatta kendisi de köken olarak alevidir. Kürt alevisidir. O şöyle birşey söyledi: "Oğlum, aleviler aslında CHP'yi sevmiyorlar, CHP'nin sünnileri sevmemesini seviyorlar." O da ne demek öyle canım Yılmaz Erdoğan şiiri gibi? "Ben senin beni sevebilme ihtimalini sevdim..." falan. İnanmadım tabii. Cık, cık. Yani Ahmed'e göre, aleviler, kendilerine yapılan zulümlere rağmen şöyle diyebiliyorlarmış: "CHP bizi ezdi ama, oh olsun, sünnileri bizden daha da çok ezdi." Yani, gözümün nuru Bediüzzaman'ın da bir yerde dediği gibi, işin içinde Hz. Ali radyallahu anh sevgisinden çok Hz. Ömer radyallahu anh düşmanlığı varmış. 'Mış' tabii. Ben böyle birşeye ihtimal vermiyorum. Hiçbir topluluğu nefretin bu kadar derinden yanılttığına inanamam. Çünkü ben sünniyim.