Yine aklıma bir Nasreddin Hoca fıkrası geldi kârilerim. Hikâye bu ya, Hoca, ziyafete davet edilmiş günlerden birgün. Nasıl denk gelmişse gelmiş, karşısına pek iştahlı bir âdemoğlu oturmuş. Üstelik, onunkisi kepçe, Hoca'nınki tatlıkaşığı kadar birşey. Elbette adam yedikçe yiyormuş. Hoca ise gıdım gıdım yetişmeye çalışıyormuş. Bir de herif her kaşıktan sonra demesin mi: "Öldüüüm! Yandııım! Bittiiim!" Nârâlar savurarak yiyor yemeğini. Ne başta besmele ne sonda elhamdülillah. Cık, cık, cık. Hoca en son dayananamış. Çekmiş almış elinden kepçemsiyi. Demiş:
"Yeter be kardeşim, bırak, biraz da biz ölek!"
Gözümün nuru Bediüzzaman bir yerde diyor ki: "Lisan-ı siyasette lâfz mânânın zıddıdır." Yani siyasetçilerin ne dediğiyle ne demek istediği pek birbirine yaklaşık şeyler değildir. Yahut da bazen, Demirel misali, bir dolu şey söylerler de hiçbirşey söylemiş olmazlar. Veyahut da söyledikleriyle yaptıkları birbirini tutmaz. Hepsi siyasette geçerlidir. Günümüzde de, kimi siyasetçilerin yaptığı açıklamalarda, insan bu sırra bir parça yaklaşıyor gibi oluyor.
Mesela: Fahrettin Koca Bey'in dün yaptığı açıklamayı ele alalım. Doğrusu o açıklamaya pek alındım. Elbette ölüm-kalım işlerinde savunma bakanlığı ayarında cevval açıklamalar beklemiyoruz kendisinden. Ne bileyim, "Yine de şahlanıyor aman!" türküsünü söyleterek ambulans dolaştırmasını ummuyoruz falan, o kadarına gerek yok.
Fakat, sağlık bakanı da olsan, gerektiğinde can almasını bileceksin. Aziz olan insanın varlığını koruyabilmek için hasımlarıyla mücadele edeceksin. Tıbbiye denilen ilim dalı bunun üzerine kurulmuş değil mi ya? "Def-i mefâsid celb-i menâfîden evladır!" Mecelle'ye kadar girmiş bir düstûrdur yani. (Aynı düstûru ben siyasette CHP'ye oy vermemek ile tatbik ederim.) Nitekim, hey yavrum hey, salgınlar boyunca nice virüslerle cihad ettik değil mi? Kuşgribi, domuzgribi, kovid vs. Tıpkı Mehmet Âkif merhumun şiirinde söylediği gibiydi ortalık:
"Kimi Hindû, kimi yamyam, kimi bilmem ne belâ/Hani, tâ'ûna da züldür bu rezîl istîlâ!"
Taun demek zaten salgın demek. Herhalde epey ölüm olmuştur onlardan da. Sadece bizden can kaybı yaşanmamıştır. Eğer mevzu göründüğü gibiyse, yani biz de onlara nice kayıplar verdirdiysek, Fahrettin Bey'in de eli epey kanlıdır. Haydi, aşıları geçtim, sağlık bakanlığına bağlı hastanelerden yazılan, eczanelerden verilen antibiyotiklerin aldığı canı-kanı hesap etseniz milyondan fazla eder. (Tam bir virüs genocide.) Virüslerden kan çıkmıyor olması birşeyi değiştirmez. Evet. Gerçekleri çarpıtmayalım lütfen. Nihayetinde onlar da can taşıyorlar.
İşte, bu perspektiften konuyu ele alınca, Fahrettin Bey'in 'uyutma' tereddüdünü anlamakta zorlanıyor insan. Ne yani? İtlerin canı can da bitlerin canı can değil mi? Hayat sahipleri konusunda neden tutarlı bir tavır sahibi olamıyoruz? Neden sivrisineklerin taarruzundan kurtulmak için direniş göstermekten çekinmezken hâdise köpeklere geldiğinde elimiz titriyor? Yoksa köpekler 'kutsal hayvanlar' olarak itikadımıza dahil mi oldular?
Kârilerim, alay etmeyin, paranoyak sanmayın beni. "Sâmirî hangisidir?" diye sorsanız göstereceğim kimse yok ama hayatımıza girmiş gibi de duruyor. Birileri yastık altlarında sakladıkları altınları muhtemelen köpeklerle ilgili bazı alanlara yatırdılar. Mücevherini buzağıya yatıran ona tapmadan duramaz. Baksanıza, kuduz vakalarının artışını kabullenmesine rağmen, öldürülme ihtimaline bakanımız bile dudaklarını büzüyor, üzülüyor, gönlü elvermiyor. Acaba kuduza da kovid kadar can versek elverir miydi? Kendisine ulaşıp sorabilecek çapta birisi değilim. Tanıyan-ulaşabilen varsa sorsun lütfen: Kaç kişiden sonra gönlünüz olur bakan abi? Ona göre ölelim yani.