Gördükçe göğsüm kabarıyor. Duygulanıyorum. Coşuyorum. Gözyaşlarımı zaptedemiyorum. Ah, ah! "Atatürk'ün üçüncü dubleden sonra hayalini kurduğu memleket bu olmalı!" diye çığlıklar atıyorum içimden. Dışarıya pek belli etmiyorum ama. Yaaaa. Meğer ülkemizde ne çok anayasa profesörü varmış. Subhanallah. Mesela, şarkılarına katlanamadığım, kazara rastlasam kumandayı kırmaya teşebbüs ettiğim Deryağ Uluğ bile hukuktan anlıyormuş. Vay be. Heyt be. Yürü be. Demek ki bütün ömrünü güzellik salonlarında 'Boyanya Botoxandra'ya dönüşmekle geçirmemiş. Helal u hoş olsun. Bugün Twitter, aman estağfirullah, X paylaşımında gördüm. Anayasanın ilk dört maddesini paylaşmış. Oy, oy, oy. Gereken raconu da kesmiş. Lazım.
Bir zamanlar Televole'de "İkinciyi geçersen kaçıncı olursun?" sorusuna cevap veremeyen hanımablaların devri kapandı zâhir. Muasır medeniyetlerin seviyesine bir AVM asansörü hızıyla yükseliyoruz. Dikkatli olun da oksijen çarpmasın. Zirvelerde yaşamak zordur. Kuaförü ayrı masraf, cildiyesi ayrı masraf, kostümü ayrı... Hem popçularının bile siyasetine yön vermeye çalıştığı bir ülke olmak çok güzel. Evet. Delirmek için bütün imkanlar sağlanmış durumda. Kalan adımı da sen at artık vatandaş.
'Delirmek' dedim de arkadaşımın başından geçen garip bir hâdise hatırıma geldi. Çocukcağız dedelerinden kalma bir konağı nihayet geri alabildi. Alabildi ama nice bin çabayla! Diyeceksiniz ki: "Yahu dedesinin yurdu değil mi? Niye alamamış? Başka mirasçılar mı varmış?" Yok. Başka mirasçı yokmuş. Tek mirasçı kendisi. Geri kalanlar çoktan redd-i miras yapmışlar. Lakin mekanda gaspçılar varmış. Tabii kafanız karıştı. En doğrusu hikâyeyi biraz geriden başlayarak anlatmak. Taşları yerine ancak böyle oturtabiliriz. Gerçi 'taşların yerine oturup oturmayacağı' tam anlamıyla garanti edilemez. O da biraz zekavetinize kalıyor. Herkes bir Derya Uluğ, bir Mustafa Sandal, bir Seren Serengil olmayabilir. Zaten Tarkan hiç kolay yetişmiyor. Değil mi ama?
Hülasa: Arkadaşımın anlattığına göre, dedeleri, tam bin yıldır bu konakta ikamet etmekteymişler. Dile kolay. Rakamla 1000. Yaşamakla bitmez. Demek ki Sultan Alparslan merhum Anadolu'yu müslümanlara yurt ettiğinden beridir buralardalar. Belki tapuyu Selçuklulardan aldılar. Kimbilir? Her neyse. Konu dağılmasın. İşte bu konakta tam bin yıl mücadelelerle dolu bir hayat yaşamışlar. Neredeyse sıfırdan kendileri inşa etmişler herşeyi. Ananelerine göre bir düzen kurmuşlar. Örflerine göre bir yerleşim yapmışlar. Dinlerine göre bir ahlak yeşertmişler. Maşaallah. Mutlu-mesud geçinip gitmekteymişler. Derken, beraber yaptıkları bir cenkten sonra, iyi niyetli olduğunu sandıkları komutan "Bundan sonra buralar benim!" diye tutturmamış mı?
Efendi iken esire çevirmiş ahaliyi. Ağa iken ırgata dönüştürmüş. Anlayacağınız, Necip Fazıl merhumun tabiriyle, öz vatanlarında 'garip' ve de 'parya' olmuşlar. Kılık kıyafetleriyle oynanmış. Yazılarıyla oynanmış. Hatta haremlik-selamlık ahenkleri bile bozulmuş. Duvarları yıkılıp başka türlüsü dikilmiş. Hürmetli sınırlar değiştirilmiş. Komutan, sanki o toprağın evladı değilmiş gibi, belki de değildir, ne anane beğenmiş, ne örf, ne din, ne de ahlak. Hepsini elinin tersiyle itivermiş. Üzerlerinde tepinmiş. Hatta konağın zeminiyle bile oynanmış. Yıkılacak bir sakatlığa sürüklenmiş. Üzerine inşa edildiği temele hiç uymayan asrîlikler denenmiş. 'Cami hocasına tangocu kadın libası giydirmek' gibi birşey olmuş sonuç tabii... Yani: Olmamış!
Uymamış. Uyuşmamış. Zaten ne diyor TBMM'ye, hem de daha yeni teşekkül ettiği dönemde, gözümün nuru Bediüzzaman: "Enbiyanın ekseri Şarkta ve hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil. Şarkı intibaha getirdiniz; fıtratına muvafık bir cereyan veriniz. Yoksa, sa'yiniz ya hebâen gider, veya muvakkat, sathî kalır." İşte aynen böyle sathî kalmış herşey. Tutmamış. Oturmamış. Huzur da bırakmamış.
Tabii arkadaşımın dedeleri de boş durmamışlar. Bin maşaallah onlara. Bin yıldır oturdukları konak neticede. Öyle kolay bırakılıp gidilir mi? Mücadeleye devam etmişler. Köklerine tutunmuşlar. Örflerini yaşatmaya çalışmışlar. Cedleri hakkı için gayret etmişler yani. En nihayet, işte, torunlarına konağı tekrar elde etmenin yolları açılmış. Fakat, o da ne, 'komutanın askerleri' meğer tapu kaydına kilit bir madde koydurmamışlar mı? Neymiş o madde peki? "Konağı geriye alsan da komutanın yaptıkları aynen kalacak. Hiçbir değişiklik olmayacak. Değiştirilmesi teklif dahi edilemeyecek..." Haydaaa! Yandı gülüm keten helva. Şeytanın bile aklına gelmeyecek bu hile kimin aklına gelmiş? Komutanın küçük askerlerinden Nü'cü Keno'nun. Nü'cü Keno, fırçasını eline almadan önceki dönemde, bu mevzular üzerine çok düşünmüş meğerse. Ve dörtbindörtyüzkırkdördüncü maddeyi ortaya çıkarmış. Bu maddede deniliyormuş ki özetle: "Bundan önceki dörtbindörtyüzkırküç maddenin hiçbiri değiştirilemez. Değiştirilmesi teklif dahi edilemez." Yani konağı gasbedenler ne ettilerse hiç değiştirilmeyecek. O şekil kalacak. Hiç dokunulmazsa belki sahiplerinin de şöyle bir bakmasına izin verilecek. Dokunurlarsa var ya. Çok çağdaş şeyler yaparız ha!
İşte işler bu noktada karışıyor muhterem kârilerim. Ben çözemiyorum. Siz bir bakıverin. Belki de Derya Uluğ gibi anayasa profesörlüğüne oynayamadığımdandır. Puf! Okuyamadık. Ne yapalım? Fakirliğin gözü kör olsun. Ülkenin kaymağını yiyenler popçu olurken bizim bahtımıza hamallık düştü. Neyse, aman, bu acıklı mevzuu geçelim. Sadede gelelim: Yani, nasıl oluyor da, bir konağın gâsıpları, sahiplerinin konak üzerindeki tasarruflarına kalıcı bir şekilde set çekebiliyorlar? Değil yeni birşey yapılmasına 'yanlış yapılanların düzeltilmesine' dahi izin vermeyebiliyorlar? İzin verme-vermeme onların elinde nasıl olabiliyor? Halbuki o konak ancak sahiplerinin helalidir. Üzerindeki tasarruf yalnız onların haklarıdır. Bin yıllık annesütü gibi miraslarıdır. Kuşaktan kuşağa savaşarak dedeleri bu toprakları korumuşlardır. Nineleri çocuklarının üzerinden aldıkları örtülerle mermileri sarmışlardır. Mücahid ordusunun neferleri hep sarıklılardır. Fakat, işte, devir böyle bir devir, düzen böyle bir düzen. Bir de bu adamlarla sulhün yolları aranmaya mecbur olunuyor. Yahut da daha kötüsü: Kendimizi mecbur sanıyoruz.
Şimdi biraz düşündüm de... Ki farkettiyseniz sık sık yapıyorum böyle şeyler. Öhöm. Neticede omuzlarımızın üstünde saksı gezdirmiyoruz muhterem kârilerim. Evet. Şu konak hikâyesi acayip bir hikâyedir. Dikkatli bakınca tanıdık gelen yanları da vardır. Anadolu'yu hatırlatır. Yani belki de senin hikâyendir biraz. Belki benim de. Belki bütün bir Türkiye'nindir. Türkündür, Kürdündür, Arabındır, Çerkesindir, Arnavutundur, Boşnağındır vs. Ama illa müslümanlarındır. Belki bütün bir yakın tarih zaten 'gâsıplar' ile 'malikler' arasında süren miras kavgasıdır. Bin yıl bin cihad meydanında kıyam olduktan sonra altımızdan paspas gibi çekilen vatanımızdır. O vatan hakkındaki sözümüzdür. Belki hem anayasanındır da bu hikaye. Aman, yine konu anayasa geliverdi, halbuki konuşacak muktesabata sahip değiliz. Cık, cık, cık. Solcu değilsen ülkenin geleceğinden sana ne? Hiç. Boş yapma. Sonuçta konağa yüzyıl önce öyle-böyle çöktü adamlar. Elbette vermemekte direnecekler. O da eşkıyalığın şanıdır yani.