İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın Sâre vâlidemizden çocuğu olmadı. Yaşları da hayli ilerliyordu. Sâre vâlidemiz, câriyesi olan Hacer’i âzâd edip İbrâhîm -aleyhisselâm-’la evlendirdi. Bu izdivacdan Hazret-i İsmâîl dünyâya geldi. Ve Muhammedî nûr İsmâîl -aleyhisselâm-’a intikâl etti. Sâre vâlidemiz ise, bu nûrun kendisinden intikâl edeceğini düşünmekteydi. Buna çok üzüldü.
İbrâhîm -aleyhisselâm-’a Hacer vâlidemizi başka bir beldeye götürmesini söyledi. İbrâhîm -aleyhisselâm- da Allâh’ın emri ile Hacer vâlidemizi ve oğlu Hazret-i İsmâîl’i ıssız bir belde olan Mekke’ye götürdü. Cebrâîl -aleyhisselâm- ona rehberlik yapıyordu. Mekke’nin bulunduğu yere geldiklerinde:
“–Ey İbrâhîm âileni buraya iskân et!” dedi.
Hazret-i İbrâhîm:
“–Burası ne ziraate ne de hayvancılığa elverişlidir.” deyince Cebrâîl -aleyhisselâm-:
“–Evet öyledir fakat burada senin oğlunun neslinden Ümmî Peygamber çıkacak ve «el-kelimetü’l-ulyâ: en yüce söz olan tevhîd» onunla tamamlanacaktır.” buyurdu. (İbn-i Sa’d, I, 164)
Bu hususta İmâm Buhârî Hazretleri’nin İbn-i Abbâs -radıyallâhu anh-’dan rivâyeti şöyledir:
“İbrâhîm -aleyhisselâm-, Hacer vâlidemizi ve henüz onun emzirmekte olduğu İsmâîl -aleyhisselâm-’ı Mekke’ye götürdü. İleride fışkıracak olan «zemzem» kuyusunun yanında bir ağacın altına bıraktı. Yanlarına içi hurma dolu bir sepet ve içi su dolu bir testi koydu. Sonra geriye döndü. Hacer vâlidemiz arkasından seslendi:
«–Bizi buraya bırakmanı Allâh mı emretti?»
İbrâhîm -aleyhisselâm-:
«–Evet!» diye cevap verdi.
Hacer vâlidemiz büyük bir tevekkül ve teslîmiyetle:
«–Öyleyse Rabbim bizi korur! Zâyî etmez!» dedi. İsmâîl -aleyhisselâm-’ın yanına döndü.
DÜNYA NİMETLERİNE ULAŞMAK DİNDARLIĞA BAĞLI MI?
Hacer vâlidemiz ve İsmâîl -aleyhisselâm- gözden kaybolunca İbrâhîm -aleyhisselâm- ellerini açtı ve şöylece Rabbine yalvardı:
«Ey Rabbimiz! Namazı dosdoğru kılmaları için ben, neslimden bir kısmını Sen’in Beyt-i Harem’inin (Kâbe’nin) yanında ziraat yapılmayan bir vâdiye yerleştirdim. Artık Sen de insanlardan bir kısmının gönüllerini onlara meylettir ve meyvelerden bunlara rızık ver! Umulur ki, bu nîmetlere şükrederler.» (İbrâhîm, 37)” (Buharî, Enbiyâ, 9)
“«Ey Rabbim! Burayı emin bir şehir yap! Halkından Allâh’a ve âhiret gününe inananları çeşitli meyvelerle rızıklandır!» (İbrâhîm’in duâsını kabûl eden) Allâh buyurdu ki: «İnkâr edene gelince, onu (dünya nîmetlerinden) az bir süre faydalandırır, sonra da onu cehennem azâbına sürüklerim. Varılacak ne kötü bir yerdir orası!»” (el-Bakara, 126)
Allâh, inkâr edenleri de dünyâda rızıklandırmakta, dünyâ nîmetlerinden diledikleri gibi istifâde etmelerine imkân vermektedir. Şu hâlde dünyâ nîmetine nâiliyet, dindarlığa bağlı değildir. O, mü’mine de kâfire de verilir. Dünyâ nîmetleri, birer imtihan vesîlesidir. Hayırlı olup olmadıkları, neticesine bağlıdır. Servet ve iktidar, eğer kulluğa vesîle olmuş ise, o zaman bu, iki cihân saâdetidir. Fakat azgınlık ve sapıklığa sebep olmuş ise, ebedî hayâtı mahvetmiş, saâdet yerine felâket getirmiş olur.
Allâh -celle celâlühû- İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın yapmış olduğu duâyı kabûl etti. Bu duâ vesîlesiyledir ki, hac ve umre yapan mü’minlerin gönülleri bu beldeye karşı muhabbetle dolmakta ve rûhlar da, huzûr ve sükûna kavuşmaktadır. Bu belde-i tayyibe, bereket olarak da hurmanın ve diğer meyvelerin çeşitleri ile dolup taşmaktadır.
SAFÂ VE MERVE ARASINDA YEDİ DEFA KOŞTU
Ayrıca İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın bu niyâzı, oradan “zemzem” suyunun çıkmasına da vesîle olmuştur:
İbrâhîm -aleyhisselâm-’ın getirdiği bir testi su bitmişti. Hacer vâlidemiz Safâ ve Merve tepeleri üzerinde yedi sefer koştu. Bu iki tepe arası dörtyüz metre kadardır. Hacer vâlidemiz bir taraftan koşuyor, bir taraftan da Hazret-i İsmâîl’e bakıyordu. Orada değil bir insan, uçan bir kuş dahî yoktu. Hiçbir yerde hayat belirtisi gözükmüyordu. Hacer vâlidemiz, Merve tepesi üzerinde iken:
“–Sus ve iyice dinle!” diye bir ses işitti. Bu Cebrâîl’in sesi idi. Hacer vâlidemiz hemen sesin geldiği tarafa döndü. Cebrâîl -aleyhisselâm- devamla:
“–Siz herşeye kâdir olana emânetsiniz! Sakın mahvoluruz diye korkma! İşte şurası Beytullâh’ın yeri. O beyti şu çocukla babası yapacaklardır. Allâh -celle celâlühû- bu beytin sâhibini zâyî etmez!” dedi.
Hacer vâlidemiz bu hitâb üzerine oğlu İsmâîl’in yanına gitti. Gördü ki, İsmâîl -aleyhisselâm-’ın ayağının dibinden su fışkırıyordu. Büyük bir sevinç içerisinde Rabbine şükretti. Bitecek korkusu ile kumdan bir havuz yaptı. Suya da “Dur, dur!” mânâsına gelen “Zem, zem!” dedi.
EĞER ZEMZEMİN ETRAFINI ÇEVİRMESEYDİ
Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurmuştur:
“Allâh, İsmâîl’in annesi Hacer’e rahmet eylesin! Eğer o zemzemi kendi hâline bırakıp suyun etrafını çevirmeseydi muhakkak ki zemzem, devamlı akan bir kaynak olurdu.” (Buhârî, Enbiyâ, 9)
Bir tevekkül ve teslîmiyetin semeresi olarak fışkıran bu su, kıyâmete kadar ümmete şifâ olarak devâm edecektir.
Böylece İbrâhîm -aleyhisselâm- ve Hacer vâlidemiz, teslîmiyetlerinin netîcesinde büyük bir bereket elde etmiş oldular. Ayrıca bu bereketin diğer bir tezâhürü de, Hacer vâlidemizin “Safâ ile Merve” arasında yapmış olduğu “sa’y”in kıyâmete kadar yapılacak bütün hac ve umre ibâdetlerinde bir rükün olarak devâm etmesidir.
Ana-oğul, kurak ve ıssız olan bu beldede hayatlarına devâm ediyorlardı. Oradan geçen Cürhüm kabîlesi, bir kuşun sürekli bir yere doğru indiğini ve sonra tekrar havalandığını gördü. Bunun bir hayat emâresi olabileceğini düşünerek oraya iki kişi gönderdiler. Gelenler zemzem suyunu görünce, Hacer vâlidemizden:
“–Buraya yerleşebilir miyiz?” diye izin istediler.
Hacer vâlidemiz, “suya mülkiyet iddiâ etmemek” şartı ile izin verdi. Böylece Mekke’ye ilk yerleşen kabîle, Cürhümîler oldu.
Kaynak: Osman Nuri Topbaş