Bugün Türkiye militarist bir düzenden demokratik bir düzene geçmeye çalışıyor.
Peki gerçekten geçebiliyor mu?
Bu soru, Türkiye'ye ilişkin başka soruları da gerekli kılar.
Şöyle:
- Toplumsal alan üzerinde militarizm nasıl yeşeriyor ya da hangi toplumsal alan ve koşullarda yeşeriyor?
- Zihniyetimizde, siyaseti algılayışımızda, devlete, siyasete atfettiğimiz anlamlarda militarizm nasıl bir yer tutuyor?
Türkiye'deki uluslaşma süreci 'Şarklı' bir nitelik taşır. Balkanlar'dan başlamak üzere Şark'a doğru uluslaşma süreci, Batı'dan farklı olarak dil merkezli değil, din merkezli olmuştur.
Türkiye'deki "ulus oluşumu"nun temelinde de temel olarak 1830'larda başlayan, kökü daha eskiye, Osmanlı'nın ilk toprak kayıplarına giden ve biteviye Anadolu'ya doğru akan yaklaşık 150 yıllık bir Müslüman göçü görülür.
Gayrimüslim nüfusun şu veya bu şekilde Anadolu'dan uzaklaştırılması, dinden hareketle yapılan nüfus ayıklanması, uluslaşma sürecinde madalyonun diğer yüzünü oluşturur.
Bu uluslaşma sürecinin, özellikle topluluklar açısından, travmalarla iç içe geçmiş, sabit bir bellek oluşturacak kadar acılı, yüz-yüz elli yıla yaslanan, sürekli güç üstüne oturan bir süreç olması üzerinde önemle durmak gerekir.
Kaybedilmiş mallar, verilmiş canlar, buna karşılık gasp edilmiş mallar, alınmış canlar üstüne oturan bu sürecin, kimlik kurucu bir yönü bulunmaktadır.
Bu açıdan baktığımızda bugün Türk kimliği ile (askerî) güvenlik fikri ve arayışı arasında, diğer bir ifadeyle güvenlik duygusuyla kimlikleşme arasında yakın bir ilişki olduğunu düşünebiliriz. Bu öykü, güvenlik kurumlarına verilen aşkın ve aşırı değerden millet-ordu anlayışına, siyasetin devlete indirgenen algısına, devlet kurumunun ise temel olarak asayiş ve güç fikri üstüne oturtulmasına kadar uzanan özellikler taşır.
Kök ve kimlik meselesi militarizm açısından önemli toplumsal bir yatak oluşturmaktadır. Ancak işlevi sadece bundan ibaret değildir.
Devlet-zihniyet-militarizm ilişkisi de bu noktada önemli bir yönüyle karşımıza çıkar.
Müslümanlar Anadolu'ya gelirken, gayrimüslimler önemli ölçüde ayıklanırken ve ayıklandıktan sonra gerek İttihat Terakki'nin, gerek Cumhuriyetin iki temel projesi olmuştur.
Bunlardan bir tanesi farklı etnik kökenlerden gelen Müslümanları Türkleştirme projesidir. İkincisi ise Müslümanlardan bir ulus yaratırken İslam'ı ehlileştirmek projesidir.
Bu projeler otoriter devletin, askerî vesayet modelinin temelinde yatarlar.
Her iki proje de otoriter bir yapıyı, merkezin çevreye, topluma ve kişilere süratle, etkili, dayatmacı bir nüfuzunu kaçınılmaz hâle getirmiştir.
Ordunun devlet içindeki rolünün başlangıç noktalarından birisi burasıdır. İmparatorluk sonu koşullarında ulus oluşturmak aynı zamanda ciddi bir güvenlik meselesi olarak telakki edilebilir.
Ulusu kurmak eğitim, laiklik, birey, görev, hak, kılık kıyafet, yaşam biçimi gibi bildik cihazlarla bir standardizasyon yaratmak kadar, onu içeriden gelecek tehlikelerden sürekli ve düzenli bir şekilde bertaraf etmek anlamı taşımaktaydı.
Türkiye'deki dönüştürücü modernist projenin, asker eliyle ve asker üzerinden hazırlanması ve gerçekleştirilmesi, asker kişi ve askerî durumun bireyler tarafından "modern, kurucu, kurtarıcı ve en önemlisi model" olarak içselleştirilmesi, zihinlerin yarı askerileşmesi süreci olarak da karşımıza çıkar.
Bunlara bakınca, askeri vesayetten arınmanın neresindeyiz, dersiniz?
Zihniyetlerimizi de dikkate alacak olursak, sanırız henüz başlangıcında...
Yeni Şafak