Metin Doğan’ın haberi:
Risale Haber
Halil Yürür veya İstanbullu Halil Ağabey
Eskişehir’e bağlı küçük, şirin bir kasada olan İnönü’ye girdiğimizde karşımıza çıkan ilk şahsa sorduk Halil Yürür’ü.
“İstanbullu Halil mi?” oldu aldığımız cevap. Biz, rahmetli Zübeyir Ağabeyin “Aziz ve Fedâi kardeşim Halil” diye başlayan mektubundan biliyorduk kendisini. Epeyce bir tariften sonra bir ara sokakta, mütevazı bir evin zilinde adını okuduk. Zile bastık, kapıyı oğlu Yıldırım açtı. Tam babasını sormuştuk ki sokakta belirdi. Bize dönerek söylediği ilk cümle ilginç, ilginç olduğu kadar da kayda değerdi:
“Helaket ve felaket asrının adamı, evet, o benim.”
Üslup tanıdık gelmişti. Anlaşılan doğru şahsı bulmuştuk. Beraberce her santimine emek verdiği, çok sevdiği, küçük şirin bahçeye geçtik. Tahtalardan yaptığı kulübenin önündeki tulumbanın başına oturduk.
Antalya’nın Manavgat ilçesi Aydınkent kasabasından olduğunu söyleyince, neden “İstanbullu Halil” diye tanındığını sordum heyecanla. Gülümsedi ve Üstadla ve Zübeyir Ağabeyle geçirdiği yıllardan sonra kaderin kendisini İnönü’ye nasıl sürüklediğini biraz da esprili bir dille anlatmaya başladı.
BEDİÜZZAMAN’I ZİYARET
Risale-i Nur’u nasıl tanıdığını sorduk:
“Gönenli Mehmet Efendinin talebesiydim ben” diye başladı söze. “1954 yılında İstanbul Aksaray’da Muratpaşa Camisi etrafındaydık. Ahmet Şahin (Hoca) da bizimleydi. Ben sabah namazına kaldırma memuruydum. Çok azimliydim. Üç aylarda üç defa hatim yaptım. Kafamda hep bir soru ve tek bir ideal vardı. Osmanlıyı yeniden kurmak. – O sırada bize oğlunu göstererek, oğlumun adını da Yıldırım koydum, diyor- Yine bir gün camiye giderken önüme biri geçti. Adı Hasan, Antalyalıydı. Saat toptancılığı yapıyordu. Kardeşim, şurada, hemen yakında arkadaşlarla çay içiyoruz, sohbet ediyoruz, istersen sen de gel, dedi. Gittik, nur yüzlü insanlar, kitap okuyorlar. Onlar okudukça ben heyecanlanıyorum ve “bir daha, bir daha okuyun” diyorum. Sordum, bu kitapların yazarı kim, yaşıyor mu? Evet dediler, Isparta da yaşıyor. Ben hemen ona gitmeliyim, dedim. Bıraksalar sürüne sürüne gideceğim. Neyse, trenle Isparta’ya geldim. Yanıma biri geldi, Bayram Ağabeymiş, Üstad göndermiş. Beni Üstadımın yanına götürdü. Yanında Ceylan Ağabey vardı. Üstadı orada tanıdım. Üstad beni huzura kabul etti ve beni risaleleri İstanbul’a götürmekle görevlendirdi. O gün benim hayatımın en mutlu, en bahtiyar günüdür.”
Anlatırken bazen heyecanlanıyor, bazen gözleri uzaklara dalıyor, sanki o anı bir daha yaşıyormuş hissi veriyordu. Karşımda seksenlik bir çınar vardı ve Nur hizmetinin en zor günlerinin tanığıydı. “Üstad, beni hiç bekletmeden kabul ederdi yanına” diyordu, işte o an Üstadın huzuruna çıkıyormuş gibi farkında olmadan bir vakar, bir edep hali takınıyor ve anlatırken aldığı hazzı, yüzünde yılların izlerini taşıyan çizgiler arasında normale kısık olan gözleri saklayamıyordu.
ZÜBEYİR AĞABEY ÜSTADIN SIRDAŞI İDİ
Süleymaniye Kirazlı Mescit Sokağı 44 numaradaki evi nasıl tuttuğunu, Risaleleri oraya nasıl taşıdığını dinledik.
“Çok zor günlerdi, çok zor… Matbuat yasağı var, polis peşimizde. Teksirle uğraşıyoruz gece gündüz. Üstadın vefatına kadar hep teksirle uğraştık. Sözler’i bastık. Üstadın vefatından sonra Zübeyir Ağabeyle beraberdik. Onu ikinci Üstad bildim ben. “Ağabey, ben seni Üstad kabul ediyorum. Üstadımız sana ne söylemişse emret” dediğimde bana “Estağfurullah, ben Üstad olamam” dedi.
Üstada gidip gelirken onu görmüyordum. Üstadın özel sır arkadaşı idi. Zübeyir Ağabey bana mektup yazmıştı. Ben de kendisine cevap yazmıştım. Mektubumu alınca ayağa kalktığını duydum. Zaten ben gelince hep ayağa kalkardı. Sadece bana de¬ğil, çocuk gelse kalkardı. Onun büyüklüğünden...
Zübeyir Ağabey çok farklı bir boyutta yaşıyordu. Bizim gibi normal şartlar içinde yaşamıyordu. Yazları Kirazlı Mescit’te kışları Çamlıca’da kalıyordu. Aramızda çok özel bir irtibat vardı. Ben bir gün Kırklareli’nde bir konuşma yaptım, İstanbul’a geldim, yaptığım konuşmanın aynısını Zübeyir Ağabey bana söyledi.
Özellikle Üstadın vefatından sonra ona bütün varlığımla bağlandım. Aynen Üstadımız gibi, ne cennet sevdası, ne de cehennem korkusu vardı gözümüzde. Tek gayemiz vardı: Hizmet. Keşke beni Risale hizmeti, iman hizmeti yaparken idam etsinler, diyordum”
(Halil Yürür ve oğlu Yıldırım Yürür)
SOKAKTA HALİL’İN AYAĞINA BİR TAŞ DOKUNSA ZÜBEYİR AĞABEYE SÖYLER
Zübeyir Ağabey kimseye tahakküm etmezdi, ama bütün ağabeyler ondan çekinirdi. İnsanın içini okuyan kişiden çekinilmez mi? Tahiri Ağabey, “Ona Üstaddan vasıf geçmiş.” derdi.
Zübeyir Ağabey, Risale-i Nur’dan başka bir şey düşünmeyen, fenafilüstad idi. Öyle olması lâzımdı...
Zübeyir Ağabey ne emrederse yapardım. Çünkü biz maneviyatla çalışıyorduk. Esbap dairesinde değil… Çalışmıyoruz, çalıştırılıyoruz...
“O zaman İstanbul’un çeşitli yerlerinde kitapları sakladığımız dokuz depoya nezaret ediyordum. Anadolu’dan gelen siparişleri alıyor, kitapları kolileyerek sevk ediyordum. Depolarda ne kadar kitap olduğunu teker teker sayar, Zübeyir Ağabeye bildirirdim. Ondan izinsiz hiçbir şey yapmaz, ona sormadan bir adım atmazdım. Zübeyir Ağabeyin emrine çok sıkı bağlı olduğum için, Mehmet Fırıncı:
“Sokakta Halil’in ayağına bir taş dokunsa Zübeyir Ağabeye söyler!” demişti.
İlk olarak Sözler mecmuasını bastırmak istedi. Bu maksatla Samsun’dan Hamdi Sağlamer’i, Ankara’dan İbrahim Canan’ı, Konya’dan Said Gecegezen’i çağırdı. Onlar İstanbul’a geldiler; tashih ve basım işlerinde birlikte çalıştık. Zübeyir Ağabey bana:
“Kardeşim, bunların yemelerini içmelerini ve yatacak yerlerini temin et.” dedi.
İbrahim Canan, Sinan Omur’un matbaasında formaları tashih ediyordu. Forma oradan Sağmalcılar’daki Eşref Ağabeyin evine gelir, orada Said Gecegezen ve Hamdi Sağlamer'le kırar, tanzim ederdik. Böylece Sözler mecmuasını çıkardık.”
ZÜBEYİR AĞABEYİN EN ÇOK İSTEDİĞİ ŞEY
Bir yitiğimizi bulmuş gibi sevinç ve heyecanla dinliyorduk kendisini. Seksen yaşın verdiği yorgunluk belki başka konularda zihnine zaman zaman oyun oynasa da söz konusu “hizmet” olunca her söylediği bir arşiv belgesi oluveriyordu oracıkta. Her konuştuğunu yaşıyordu tam o anda. Memuriyetten ayrılışını, tamamen hizmete ram oluşunu, savcı takibine uğrayan kitapları nasıl kaçırdıklarını, yakalanan eserleri savunacak avukat bulamadıkları günlerin ardından Bekir Berk ile nasıl bağ kurduklarını günü gününe anlattı.
Vakit hayli ilerlemişti. Bu hizmet ehlinin, bu zor günlerin kahraman fedaisinin, Üstadın postacısı ve Zübeyir Ağabeyin silah arkadaşının yanından ayrılma zamanımız geldi ama bizim aklımızda tek bir düşünce vardı: Burada kalmamalı, mutlaka bir daha gelmeliydik.
Dönüş yolunda, Halil Yürür Ağabeye veda etmeden önce söylediği bir söz kulaklarımızda çınlıyordu:
“Üstadın vefatından sonra Zübeyir Ağabeyin en çok istediği şeylerden birisi, bütün Ağabeyleri bir araya getirmekti.”