Röportaj: Nurettin Huyut - RisaleHaber
Halil Uslu
1951 de Van’ın Gürpınar ilçesine bağlı Bağrıyanık köyünde dünyaya geldi.
Üç dört yaşlarında iken ailesi ile beraber Konya’ya yerleşirler ve hayatına ondan sonra Konya’da devam eder. Kendi ifadesi ile “Aşiret mensubu olduğumuz için Van’dan kopamadık, bir ayağımız Konya’da idi bir ayağımız Van da… Her yaz Van’a gider dershanede kalır ve orada hizmet ederdim. Kış aylarında da Konya’ya gelir orada hizmetlerle ilgilenirdim.”
Babası Şeref Uslu 1. Said Döneminde Üstad’a talebelik etmiş, ondan ders almış, birlikte 1. dünya savaşına katılmış âlim ve fazıl bir insan. O nedenle daha çocukluk yıllarından itibaren Üstad’ı tanımış, Risale-i Nurları okumuş ve bütün bir hayatı Risale-i Nur’a hizmetle geçmiştir.
Risale-i Nurları öğrenmesinde Üstad’ın talebelerinden Halıcı Sabri Efendi ile Üstad’ın küçük kardeşi Abdülmecit Nursi’nin büyük etkisi olmuş. Abdülmecit Efendi ile Mesnevi-i Nuriye’yi ve İsart’ül İ’caz tefsirini birlikte okumuş, mutalaa etmişler.
Halil Uslu evli iki çocuk babasıdır.
Eserleri:
1- Bediüzzaman’dan çağımıza müjdeler- Konya Postası Yayınları
2- Peygamberimizden çağımıza müjdeler- Cihan Yayınları
3- Abdülmecit Nursi -Yeni Asya Neşriyat
Uslu’nun, Konya Postasında, Yeni Asya Gazetesinde ve Van Bölge Gazetesinde binlerce makaleleri yayınlandı. Bugüne kadar yurt içinde ve yurt dışından çok sayıda konferans verdi.
Risale-i Nurları nasıl ve nerede tanıdınız?
Üstad 1. Said döneminde Van’da olduğu yıllarda Babam onunla birlikte ders arkadaşlığı yapmış. Birlikte 1. Dünya Savaşına katılmışlar, ilk on talebesinden biriymiş. Horhor medresesinde beraber Arapça tedrisat yapmışlar. Üstad ile daha sonra da irtibat halinde olduklarından evimizden hiç Risale-i Nurlar eksik olmamış. Annem de babam da Üstad’ın talebesi idiler. O nedenle gözlerimi Risale-i Nurlarla açtım. Çocukluğumdan beri okurum ve O’na talebe olmaya çalışırım.
Üstad Horhor Medresesinde okurken zaman zaman bizim köye de gelirmiş. Geldiğinde de bizim evde kalırmış. Hatta babam şöyle derdi. “Oğlum biz Üstad’ın yakınlarıyız, akrabalarıyız”
O günden, babanızdan size aktarılan bir hatıra var mı?
Şöyle bir hatıra anlatırdı babam:
“Biz Üstad ile bir defasında rakımı 3600 metre olan Başet Yaylasına çıktık, kırk gün orada okuma programı yaptık, birlikte ders okuduk.”
“Üstadın kendi talebeleri vardı, onlar da oradaydı, mesela kardeşi Abdülmecit Nursi, yeğeni Ubeyt gibi çevre köylerden talebe toplamıştı kırk kişi onlarla beraber ders okumuştuk. Çevre köylerden ekmek, yemek gelirdi bize onlarla idare ederdik.”
“ÜSTAD YABANİ GEYİKLERİ SAĞARDI, ONLAR ÜSTADDAN KAÇMAZLARDI”
“Orada gördüğüm bir olayı unutamıyorum.” derdi. “Kaldığımız yere yakın bölgede yaşayan geyikler yanımıza gelirdi, Üstadımız tutar onları sağardı sütünü içerdik. O geyikler yabani oldukları halde kaçmazdı, ehil bir geyik gibi itaat ederlerdi”
“Hem orada bulunan kurtlar da bizi uzaktan görür bize bakarlardı ama bize hiç karışmazlardı. Uzaktan bizi seyrederlerdi.”
Babam bunları anlatırken bizim akrabalardan biri de bu olaya şahit olmuş olduğundan o da tasdik ederdi. Mesela abimin kayınpederi Hacı Arif Çiftçi bu olayı görmüştü ve o da şahitlik ediyordu. Bu akrabamız onlara at ile ekmek götürürmüş.
Üstad Şafii Mezhebinden olduğu için yanında kırk kişi götürürdü. Şafii mezhebine göre kırk kişi olmazsa Cuma namazı kılınmaz. Cuma namazının bir şartı da kırk kişi imam arkasında fatiha okumaktır.
Orada Üstad’ın hücresi yani ders okuduğu ve kaldığı dağ evi var. Malum Üstad ilk Türkçe mektubu da orada yazmış. Van Valisi Tahir Paşa’ya göndermiş. İşte “Paşa! Paşa! Görmediğin şeyi inkar etme. Başet başı buz tuttu her şey senin malumatına münhasır değildir. Vesselam” diye. Daha önce aralarında geçen bir tartışmadan dolayı böyle bir mektup yazıyor. Vali Başet tepesinde yazın kar olmadığını savunuyor. Üstad da yazın bile karın eksilmediğini iddia ediyor. Neticede oraya okuma programına gidince ve orada karın var olduğunu bizzat talebeleri ile müşahede edince bu tarzda bir mektup yazarak iddiasını ispat etmiş oluyor.
Üstad’ın ana dili Kürtçe, daha sonra Arapça ve Türkçe’yi öğreniyor. Babam 1975’de seksen dört yaşında Van’da vefat etti. Ölünceye kadar sarığı başından çıkarmadı ve Üstad’a da çok benzerdi.
Siz Üstad’ı gördünüz mü?
Ben Üstad’ı 1959 yılında Konya’da gördüm, arabanın içinde idi. Bana selam verdi. İki eli ile “gel gel” der gibi selam veriyordu. Görünce ben de ona selam verdim.
Allah’ın bir lutfu, tam kırk yıl sonra Üstad’ın Belgeseli hazırlanıyordu. Bana görev verdiler bu sahneyi canlandırmak için. Ben sarık sardım, cübbe gidim ve arabanın arkasına bindirdiler. Aynen Üstad gibi o selamı verdim, halkı selamlarken kayda aldılar. Kırk sene evvel fiilen yaşadığım bir olayı kırk sene sonra canlandırmak nasip oldu.
Üstad'ın talebeleri ile görüşmüşlüğünüz, konuşmuşluğunuz veya herhangi bir hatıranız var mı?
Abdülmecit Nursi ile görüşmem çok oldu. Onun bende emeği çoktur. Konya’da O, Amcam, Halıcı Sabri, Abdülbaki Arvasi gibi zatlar bize ders yaparlardı.
Abdülmecit Abi bana Gençlik Rehberi ile Küçük Sözler’i verdi, onları okumamı istedi. Ayrıca dershanede bana Mesnevi-i Nuriye’yi okuttururdu. İşarat’ül İ’caz Risalesini okuturdu. Onları nasıl tercüme ettiğini anlatırdı.
Üstad O’na bu Risaleleri tercüme etsin diye göndermiş, o da tercüme etmiş ve Üstad’a göndermiş. Anlamadığı yerleri Üstad’a iletir, Üstad da O’na izah edermiş. Üstad ile Abdülmecid Nursi arasında da postacılığı İbrahim Hulusi Yahyagil yaparmış. Yani Üstad Hulusi Abiye gönderir, O da alır Abdülmecid Abiye gönderirmiş, tekrar ondan alır bu defa Üstad’a gönderirmiş.
Konya’da Risale-i Nur hizmetleri nasıl başladı nasıl gelişti bu konuda bilginiz var mı?
Biz gelmeden önce zaten hizmetler oturmuştu. Allah rahmet etsin saffı evvellerden Halıcı Sabri Abi’nin çok emeği geçmiş. Yorgancı Mehmet Efendi, Rıfat Filizer Abi, bunlar saffı evvel zatlar, hizmeti onlar başlatmış. Zübeyir Abi de onların kanalıyla Risale-i Nurları tanımış. Ve bütün Konya’nın bugün yapılan hizmetlerinin temelinde Halıcı Sabri Abi’nin emeği var.
Üstad buraya çok defa gelmiş gitmiş o dönemde. Daha sonra bizim kuşak gelmiş. Biz o zamanlar henüz gençtik. O zamanlar bu Ağabeylerle omuz omuza talebe hizmetlerini başlattık. Daha sonra dershaneler açıldı. Bu dershaneler çoğaldı, şimdi yüzlerce dershane var. Bir de malum Nurculuk çeşitli kollara ayrılmış bulunuyor. Bunların hepsinin dershaneleri var ve fevkalade hizmetleri oluyor.
Gençlik yıllarınızda hangi ağabeylerle görüştünüz? Üstadın talebeleri ile beraberliğiniz oldu mu?
Saydıklarımın dışında bir de Zübeyir Gündüzalp, Tahiri Abi, Sungur Abi, Bayram Abi ile beraberliğimiz oldu. Ayrıca Av. Bekir Berk ile görüşüp tanıştık.
Hatta ben 1966’da mahkemelik olduğumda, Bekir Abi benim avukatlığımı yaptı. Ayrıca ben 1980’de de sıkıyönetim mahkemesine gönderildim. Orada da Av. Mustafa Tuncel (Sefa Mürsel) ile Av. İbrahim Ünlü avukatlığımı üstlendiler.
Neden mahkemelik oldunuz? Ve hapishanelerde neler yaşadınız?
Konya’da bir dershanemiz vardı orada ders yapardık. Bir ihbar üzerine polisler baskın yaptılar. Mustafa Özsoy Abi daha önce mahkemelik olmuş ve bir yıl ceza almıştı onu arıyorlarmış. Bizim dershanenin adresini vermişler. Onlarda gelip bizi götürdüler. 14 kişi idik. Bekardım o zamanlar, hareketli, cevval birisiydim. O nedenle suçu üzerime aldım ve 117 gün hapishanede yattım. Allah Rahmet etsin, Zübeyir Abi İstanbul’dan telgraflar çekerdi. Bekir Abi mahkememizi takip etmişti. O sene af yasası çıktı, 1966 yılıydı sanıyorum. Hem af çıkmıştı hem de zaten mahkeme bizi tahliye etmişti ve zaten daha sonra da beraat ettik.
Konya Medrese-i Yusufiyesinde o zaman 700 mahkum yatıyordu. Orada büyük fütuhat oldu. 400-500 kişi namaza başladı. Bütün koğuşlarda cemaatle namaz kılardık. Yani, hemen hemen Konya Hapishanesindekilerin kısmı azamı nurcu oldu desek yalan olmaz.
Cezaevi müdürü Vanlıydı, içeride Risaleler vardı. Muazzam dersler yapardık. Derslerimize karışmazdı. Mesela ben 2. koğuşta kalıyordum. O koğuş da meğer katiller koğuşu imiş. 36 kişi vardı bizden önce… Hiçbiri namaz kılmazken biz gittikten sonra 34 kişi ile namaz kılıyorduk. Namazlarımızı cemaatle kılardık.
Bu hapishanenin her şeyi böyle güzel değildi tabi. Tam 56 gün betonun üzerinde yatmıştık. Hem hastalanmıştık hem de kirden pislikten her tarafımız bitlenmişti. Bu acı yönlerini anlatmak istemiyorum. Orada benim hiç unutamadığım şey her vakit yüksek sesle ezan okuduğumdur. O benim için çok tatlı bir durumdu, onu hiç unutamıyorum.
İkinci tutuklanmanız nasıl oldu biraz da ondan bahseder misiniz?
1980’deki tutuklanmam ise bir ilk idi. İhtilalin 5. gününde, daha altı aylık evliydim... O mahkemede 14 yıl mahkumiyetimi istemişlerdi. Ama askeri mahkeme ve askeri Yargıtay benim beraatıma karar verdi.
Yargılandığım dava nurculuk propagandasıydı. Şarkta hizmet yapmışız. O zaman doğuda ülkenin bölünmesini önlemek amacı ile bizi görevlendirmişlerdi. Talabani ile Barzani o dönemde birer çete reisi idiler, birbirlerinden çok adam öldürüyorlardı. Türkiye’ye de etkileri oluyordu. O nedenle İstanbul’da Umumi Şura’da Sungur Abiler, Tahiri Abiler, Fırıncı Abiler, Bayram Abiler toplandılar, doğuda, orayı bilen ve ağzı laf yapan Risale-i Nura hakim iki üç arkadaşı görevlendirelim dediler. Rahmetli Ali Uçar ile beni görevlendirdiler. Biz orada tam üç yıl görev yaptık. Allah rızası için, kimseden tek kuruş yardım almadan üç yıl çalıştık. Şarkta tüm vilayetleri dolaştık. Orada anarşinin, terörün en şiddetli olduğu dönemde her gün yüzlerce adamın öldürdüğü bir ortamda hizmet yaptık.
Sonuçta bu hizmetimizin mükâfatı olarak (!) 1980 ihtilalinden sonra askeri mahkemeye çıkarıldık. Biz orada ülkenin bölünmezliği için mücadele vermişken ve kelle koltukta bölücülüğe karşı fisebilillah hizmet ederken maalesef bu devlet bizi alıp hapse attı. Görmediğimiz eza, çekmediğimiz işkence kalmadı. Evimizi arabamızı sattık. Ancak kurtulabildik. Ama kimseye kırgın değilim, vatanım ve milletim için bu mücadeleyi verdim.
İhtilalin olduğu günlerde ben Konya’ya gelmiştim. Evimdeydim gelip evimden alıp götürdüler. Çok garip bir şekilde götürmüşlerdi. Beni götürmek için 40 asker, 10 polis, 3 astsubay, bir yüzbaşı bir müfreze halinde gece 03.30’da beni evimden alıp götürdüler.
O kadar insan sadece sizi götürmek için mi gelmişti?
Evet, hatta komşular gürültüye uyanmış bakıyorlardı. “Yahu başka adam mı kalmadı, götüre götüre bu adamı mı buldunuz?” diye ağlayanlar olmuştu. Dediğim gibi çok kötü muamele gördük. Ama hepsi helal olsun.
Peki, o günlerde hizmetin hareketli olduğu dönemlerde Ağabeylerle birçok kez beraber oldunuz, birlikte hizmet ettiniz. Onlarla yaşadığınız ve unutamadığınız hatıralarınız var mı?
Yüzlerce hatıram var hangi birini anlatayım. Ama bir iki anekdot anlatayım isterseniz.
Ben gençliğimde Konya’da amatör kümede top koştururdum. Futbolu çok severdim ve bırakamıyordum. Derslere gidiyordum, hizmet bittiğinde sahaya koşar top oynardım. O günlerde Zübeyir Abi Konya’ya gelmişti, hastaydı, ağır ilaçlar alıyordu. Ben de doktorumuz Dr. Lütfü Baydar’a onun için ilaç yazdırmıştım ve eczaneden ilaçları alıp Sabri Abinin dükkanına getirmiştim. Zübeyir Abi beni görünce biraz bana iltifat etti. Bunu üzerine Sabri Abi bağırdı bana, dedi “İşte böyle böyle bu alçak” dedi. Akşama kadar top oynar. Hasan Hüseyin’in başından bahsetti, topla ilişki kurdu, güya onun başını kesmişler böyle oynamışlar diye. Yani, topun aleyhinde ağır konuştu. Bunun üzerine Zübeyir Abi araya girdi.
Bizi içeri dükkana soktu. “Abi, Halil kardeşim hiç o niyetle top oynar mı? Biz de gençliğimizde o topa vururduk, yapma” dedi. Sonra beni kapıya kadar uğurladı. Ben orada Sabri Abiden Kur’an dersi, kıraat dersi, tecvit dersi alıyordum. Sabri Abi mahreç ve kıraat dersine malik bir zattı. Allah kendisinden razı olsun.
Zübeyir Abi “Yarın Selimiye camiine gel” dedi. Olur dedim ve ikinci gün öğle namazına Selimiye camiine gittik, abiler de gelmişlerdi. Sene 1967 idi. Namazdan sonra müezzin mahfilinin altında tesbihatı yaptık. Ben hapisten çıktığımda burada Said Gecegezen Abi var, ona telefon açmış beni sormuştu ve “Ben size Halil Uslu’yu gönderiyorum, o büyük ruhlu kardeşimi gönderiyorum” demiş.
İşte o gün koluma girdi. Benimle Konya stadyumuna kadar geldi. Tam üç km. yürüdük. Kendisi rahatsız yani hasta olduğundan 200 m’de bir oturup istirahat ediyor, sonra tekrar kalkıp yürüyordu. Yolda hem gidiyor hem sohbet ediyoruz. Bana mahalli gazetelerin ehemmiyetinden bahsetti. “Mümkün olursa bu gazetelere yazı yaz gönder” dedi bana.
Onun üzerinde ben mahalli gazetelerden Konya Postası gazetesine yazı yazmaya başladım ve 27 yıldır da yazmaya devam ediyorum. “Ben” dedi “Babalık gazetesine yazardım benim iki yüz tane romanım vardı okurdum, Risale-i Nurları tanıdıktan ve anladıktan sonra bunları peyderpey yaktım attım” dedi. Bana hangi takımı tuttuğumu sordu ben kendisine “Beşiktaş’ı tutuyorum” dedim. Güldü ve bana takımların durumunu sordu. Yani o yaşına rağmen benim seviyeme indi ve benimle spor konuştu. Beşiktaş iyi bir takımdır dedi ve aleyhlerinde de konuşmadı. Benim spor zaafımı bildiği için o konuda en küçük bir imada dahi bulunmadı.
Biz Zübeyir Abi ile şaka dahi yapardık, bir arkadaş gibi bize davranırdı. Çok neşeli bir ağabeydi. O nedenle biz onunla şakalaşırdık, gülerdik. Bizi çok sever ve bize çok iyi davranırdı.
Bu arada bana nasihat da ediyordu. “Sabri Abinin dediklerinden dolayı ona kızma, o Konya’nın saffı evvelidir. Ben onun dükkânında Risale-i Nurları hatmettim. Tümünü okuma fırsatı buldum.” dedi. “Cenab-ı Hak cennetten bana bir yer verse derim ki, “Yarabbi! Halıcı Sabri’nin dükkânındaki o odayı ver ki, orada ben Risale-i Nurları hatmettim, bana orayı ver” diye “Allah’tan dua eder, isterim dedi.”
Ben futbol oynarken aynı zamanda arkadaşlarımı derse götürüyordum. Yedi sekiz kişi ile bir bir ilgileniyordum. Bunların bir kısmı doktor, mühendis oldu. Mesela bunlardan biri Agah Oktay Güneri’dir. O gün arkadaş olduğum o insanlarla daha sonra görüştüm, onların hatıralarını Necmettin Şahiner’e gönderdim. O da kitap yaptı.
Sonra döndük geldik, yolda bana şunları da söyledi: “Eğer ahlakın bozulmazsa buna devam et, yok eğer ahlaki yapını zedelerse lüzum yok bırakırsın” dedi. “Ama bir şartla, hizmete devam etmek şartıyla devam edebilirsin” dedi. “Buradaki adamları dershaneye getirmen şartıyla ve hizmet etmen şartıyla sana müsaade ediyorum” dedi.
Spor sayesinde ve gazeteye yazı yazmam nedeniyle Konya’da çok tanınıyordum, herkes beni tanırdı. Hatta Müslim Gündüz, Aczimendi Şeyhi, televizyonlarda boy gösterirken, solcu gazetelerin yazarları birbirlerine demişler “Biz Halil Uslu’yu çocukluktan tanırız, nurcu biliriz, o böyle değil, onun pantolonu ütülü, gömleği kravatlı, o entelektüel bir insandır, ama bu öyle değil, bu hiç onlara benzemiyor. Demek ki, bu nurcu değil bu yalan söylüyor.” diye birbirlerine söylemişler.
Van’da kaldığınız yıllarla ilgili herhangi bir hatıranız var mı? İsterseniz biraz da Van’ı konuşalım…
Evet orada verilen mevlidlerde aktif rol almıştım. Ben yaz aylarında Van’a gider, dershanede kalırdım. Van’da yaz aylarında bizim en önemli hizmetimiz mevlid idi 20’ye yakın genç arkadaşla organize ediyorduk. Küçük bir dershanemiz vardı. Orada planlıyorduk ama dışarıdan gelen dört beş bin kişiyi ağırlar, onlara yer hazırlar, yeme içme durumlarını organize ederdik.
Size unutamadığım bir hatıramı anlatayım.
Van’da bu hizmetleri yaparken takibat her zaman vardı. Bazen de gizli takip ediliyorduk. Bir gün emniyetten sivil birini göndermişler. Nur talebesi diye kendini takdim ediyor. Hakkari’de subaylık yaptığını söylüyor. Bize bazı sorular sordu. “Bunlar nerden geliyor, bunları nasıl ağırlıyorsunuz, bu kadar para pul nerden buluyorsunuz, nerden geliyor?” diye, ben de şüphelendim. Zaten simasına da bakınca siması bana farklı gelmişti. Dershanede akşam vakti yemek yiyip derse gideceğiz. O da “Ben de gelmek istiyorum, arkadaşları görmek istiyorum” dedi.
Oturduk yemek yerken kendisine bir soru sordum dedim ki, “Abi siz Risale-i Nur’u tanıyor musunuz”, “Evet” dedi, ben Risale-i Nur’u çok okudum, üç yıldır okuyorum.” “Peki, Bediüzzaman’ın hayatını okudunuz mu?” diye sordum. “Okudum” dedi “Hem de üç defa okudum” deyince bu defa şunu sordum. “Bediüzzaman’ın İzmir hayatını okudunuz mu?” “Okudum” dedi. “Peki, Konya hayatını okudunuz mu?”, “Onu da okudum” dedi.
Öyle deyince biz kendisine bir şey demedik ama kendi aramızda onu tanımış olduk. Çünkü Bediüzzaman’ın İzmir hayatı, Konya hayatı diye bir hayatı yok. Durumu bazı arkadaşlara anlattığımda biri inanmadı. Dedi “Halil Abi sen de herkesten şüpheleniyorsun”
O mutmain olsun diye onun yanında bir sual daha sordum. Demin “Komutan Abi yahu bizim burada bazı mollalar var, Üstad’ı iyi tanımıyorlar, Said Nursi sakal bırakmamış diyorlar, ona itimad edilmez diyorlar, sen ne diyorsun bu fikre?”, “Halt işlemişler, onlar ne bilir, Türkiye’de en uzun sakal Said Nursi’nindir” dedi. “Sağolsın Allah razı olsun bizi bu müşkülden kurtardın, biz de hep şüpheleniyorduk, böyle bir zat nasıl sakal bırakmamış” diye.
Neyse fazla uzatmayalım çıktık derse gideceğiz Kamil isminde bir arkadaşı yanına verdik, dedik “Kardeş bunu otele götür, bu otele gidecek” Adamı otele gönderdik.