Zübeyir Gündüzalp'in yayınlanmamış mektuplarını kitaplaştırıyorum

Zübeyir Gündüzalp ile yıllarca hizmetlerde bulunan, sözlerini kayıt altına alan ve bunları kitaplaştıran Ömer Çiçek (Ömer 27) ile yaptığımız röportajın ilk bölümü

Röportaj: Abdurrahman Iraz- Nurettin Huyut/Risale Haber
 
Ömer ÇİÇEK?
1948 de Konya’da doğdu, 14- 15 yaşlarında ilk gittiği derste tutuklandı ve dört ay hapis yattı.
Hapisten çıktıktan sonra da vakıf olarak Ankara’da Bayram Yüksel’in yanında 3 yıl hizmetlerle iştigal etti.
Daha sonra İstanbul’a geldi Zübeyir Gündüzalp, Tahiri Mutlu, Abdullah Yeğin, Mustafa Gül ve Mustafa Sungur ağabeylerle Zübeyir Gündüzalp’in vefatına kadar 5 yıl beraber kaldı.
1971’de askere gitti ve 73’te döndükten sonra 78’e kadar yine İstanbul’da hizmetlerle meşgul oldu.
Daha sonra iş hayatına atılarak evlendi. 2005’ten sonra hayatında meydana gelen değişiklik ile asli vazifesine geri döndü. Bu durumu şöyle anlatıyor: “Vakıflığı bıraktıktan sonra bir fetret dönemi yaşadık bu nedenle de tokat yedim, vurdu oturttu ve bir müddet hasta yattım, felçlik geldi, iş hayatını noktalamak zorunda kaldım, şimdi biraz düzeldik, dolayısıyla tekrar hizmete döndüm şimdi o günleri yazıyorum. Yazdıklarım şu anda 2 bin 755 sayfayı buldu.”
 
Size Ömer 27 deniyor bunun özel bir nedeni var mı?
 
Benim asıl adım Ömer Çiçek’tir, Ankara’da Bayram abi ile kaldığımız dershanenin kapı numarası 27 idi. Bir kardeşin işgüzarlığı yüzünden o numara bana lakap olarak takıldı. Öylede kaldı biz de fazla problem etmedik.
 
Ömer Çiçek dediklerinde önce bu ismi tanıyamadım. Dedim “kimdir bu Zat.” Sonra dediler ki, “Ömer 27 deniyor.” O zaman “tamam” dedim “öyle desenize.” Öyle deyince tanıdım.
 
Öyle iştihar etti, biz de itiraz etmedik. Ali Rıza Kınık adında bir kardeşimiz vardı. Onunla hizmetlerde koştururduk. Skoda bir arabası vardı. Ankara’da pazarcılık yapardı. Bir gün depoda buluşacaktık. Bir halıcı dükkânının deposu idi kitaplarımızı oraya koyar oradan dağıtımını yapardık. Gittim bekledim bekledim gelmedi, ben de oraya bir not bırakmak istedim. Takibat nedeniyle, çocukluk aklı, kendimce şifreli bir not bırakmak istedim ve bir kâğıda büyükçe bir Ö yazdım içine de 27 yazdım. Ben ayrıldıktan sonra gelmiş onu orada görünce başladı takılmaya her yerde “Ömer 27, Ömer27” diye çağırınca adımız kaldı Ömer 27.
 
Sizi bilgisayar başında görüyorum, bir çalışma yapıyorsunuz, hangi konuda çalışıyorsunuz? Neler yazıyorsunuz? Bizimle de paylaşır mısınız?
 
Ben Ankara’da vakıflığa başladığımda Zübeyir abi benim bu kararımdan dolayı çok memnun olmuştu, Konya’dan ehli hizmet bir vakfın çıkması onu memnun etmişti. Ankara’ya o sıralar gelmişti zaten ben O’nu Ankara da tanımıştım.
 
Ben o sıralar gençliğin verdiği bir heyecanla içimden ne gelse yazıyordum. Özel notlarım vardı. Eğrisine, doğrusuna bakmaz aklıma ne gelse yazardım. Üsadı metheden şeylerdi bunlar. Risale-i Nur hakikatlerinden öğrendiklerimi yazıyordum. Hislerimi ve duygularımı yazıyordum. Şiir değil ama şiir gibi şeylerdi bunlar. “Üstadım canım sana feda olsun” gibi şeyler.
 
Zübeyir abi benim bu yazdıklarımı görünce “yaz kardeşim, yaz kardeşim, aklına ne gelirse, ne anlarsan yaz bir suretini de bana gönder” dedi. Yani, orda beni yazmaya teşvik etti. Ben de yazdıklarımın bir kısmını gönderdim Zübeyir abiye.
O dönemde o şekilde yazmam bende bir alışkanlık haline geldi. Artık Üstadla ilgili, hizmetlerle ilgili ne görsem not alıyordum.
 
İstanbul’a gelince bu defa (Allah kendisinden ebediyen razı olsun) Mehmed Fırıncı abi bana dedi ki, “bak kardeşim biz Zübeyir abinin kıymetini bilemedik, sen dikkat et ne konuşursa yaz, kaydet bir suretini de bana ver” dedi. Aynen bunları söyledi. Bu kadar net ve açık ve öz, bu sözü ben de çok tesir etti. Ben de Zübeyir abinin ağzından ne çıkarsa yazmaya çalışıyordum. Sadece Zübeyir abiden değil, Tahiri abiden diğer ağabeylerden ne sadır olsa hemen yazıyordum.
 
Yani şimdi sizin bilgisayar başında yaptığınız bu o notları derlemek şeklinde bir çalışma mı?
 
Evet, sadece Zübeyir abi değil diğer ağabeylerde var ama yüzde 95’i Zübeyir abi ile ilgili diğerleri diğer ağabeylerle ilgili şeylerdir. Ben biraz öncede dediğim gibi ağabeylerin hemen hepsi ile kaldım. Benim gibi bu şekilde abilerle kalan bir başka kimse Türkiye de yoktur sanırım. Zübeyir abi, Tahiri abi, Bayram abi, Fırıncı abi, Mustafa Sungur abi, Abdullah Yeğin abi, Mustafa Gül abi gibi ağabeylerin hepsi ile kaldım. Onlardan duyduklarımın bir kısmını o zaman yazmıştım bir kısmını da hatırladığım kadarıyla şimdi yazıyorum.
 
Demek ki, siz bu çalışmalarınızla sadece Zübeyir abiyi yazmıyorsunuz diğer ağabeyleri de yazıyorsunuz?
 
Evet, Zübeyir abiyi ağırlıklı olarak yazıyorum diğerlerini de not aldığım miktarda yazmaya çalışıyorum. Zübeyir abi “yaz kardeşim” demesi ile başlamıştı yazı yazmam ama onu destekleyen bir de Fırıncı abinin ikazı oldu. Ayrıca Tahiri abi de benim not almamı isterdi.
Tahiri abi: “Zübeyir demek Üstad demek, Üstad demek Zübeyir demek, Zübeyir ne söylerse Üstaddan söyler o nedenle ne söylerse, ne işitirseniz not edin bir suretini de bana verin” derdi. 
 
O nedenle bu teşvikler nedeniyle benim o zamandan kalan notlarım vardı, birikimlerim vardı. Bir de Zübeyir abinin yaptığı çalışmalar vardı. Biriktirdiği hatıraları, notları, Üstada ait ne varsa böyle üç dört koli bunları getirdi “bunlar sizin kardeşim bunlara çalışın” dedi. Bize devamlı “yazın” diyordu. Biz de yazıyorduk götürüp Zübeyir abiye veriyorduk.
 
Bazen “kaleminiz işlesin” derdi bazen de “kaleminiz çalışsın” derdi. “Müdafaa tarzında yaz, lahika tarzında yaz” gibi yazı yazacağımız şekli ve alanları da belirler bizi teşvik ederdi.
 
Bu çalışmalarım onları içeriyor. Yani, bizzat ne söylemişse ne anlatmışsa ve ben de o anlattıklarından ne kadar yazabilmişsem onları toparlıyorum, ayrıca kendi yazdıkları var onları bir araya getirmeye çalışıyorum.
 
Bir kitap haline geldi bunlar. Bu kitabı yazarken Abdulvahit Mutkan abinin de çok teşviki oldu. Bu kitabı yazarken çok kişiye müracaat ettim beraber yazalım diye ama netice alamadım. Kimseyi ikna edemedim. Sonra kader vurdu oturttu ve ben de bunları yazdım bitirdim. Ama daha var şu anda 7 kitap oldu. Sanırım bundan sonra 10 kitap daha yazmam gerekecek. Yani henüz malzemelerin hepsini kullanmadım. Dosyaların bir kısmı duruyor. Onları da yazacağım inşallah.
 
Bu durumda sizin bu yazdıklarınızdan dolayı birçok bilinmeyen, duyulmayan şeyler de ortaya çıkmış olacak? Hem külliyetli geniş çaplı bir eser olacak?
 
Evet, birçok abinin dahi duymadığı hususi hatıralar var. Şu anda yazdıklarımın toplamı 2 bin 755 sayfayı buldu. Bunların çoğu Zübeyir abinin konuşmaları ve yazmış olduğu Üstaddan hatıraları içeriyor. Meslek meşreple ilgili tahşidatlar. Yüzde 95’i dediğim gibi Zübeyir abiye aittir. Ama içinde diğer ağabeylerin tamamını ilgilendiren bölümler de var.
 
Bu topladıklarınız tamamen size ait bilgiler midir? Yoksa başka yerlerden de içine kattıklarınız var mı?
 
Hayır! hayır! Ben kimseden bir şey almadım almam da, doğru olsa dahi almıyorum. Bu benim hassasiyetim böyle bir karar almışım kendi kendime kimseden almıyorum.
 
Peki sizde olduğu halde kitaba koymadığınız özel hatıralar var mı?
 
 

Evet, bazı çok mahrem olanlar var, hususi kalması gereken şeyler var onları koymadım. Bazen doğru olduğuna güvenemediğim şeyleri de koymadım. Veya birilerini incitecek, yanlış anlaşılmaya neden olacak şeyleri koymadım.

 

 
Zübeyir abinin devlet ricaline mesela, Başbakana bakanlara yazdığı mektuplar var. Onlar sizde var mı? O konu da neler biliyorsunuz?
 
Bakanlara yok da direk Demirel’e yazdıkları var. Onları kitaplara koydum. Mesela bir tanesini size anlatayım mektupları daha çok “ikaz” eder mahiyette mektuplardır. Şöyle; Demirel’in “Teokratik devlet nizamına karşıyız” diye beyanatları vardı. Zübeyir Gündüzalp abi, “Nur talebelerinin teokratik düzenden ne anlıyorlar”ı izah eden bir mektup yazmış. O mektuptan sonra Demirel o tabiri bir daha kullanmamıştı.
 
Mesela o dönemde çok taharriler ve baskınlar oluyordu. Bekir Berk’e git Demirel ile görüş “kaziye-i muhkeme haline gelmiş kitaplar yasaklanamaz diye bir beyanat versin” dedi. Sadece bunu kendisine iletmesini istedi. Bekir Berk gidip görüştüğünde Demirel, Bekir abiye “daha ilerisini söyleyeceğim” demiş.
 
Bekir Berk geldi bu bilgiyi Zübeyir Gündüzalp’e anlattı. Zübeyir abi de “bunlar siyasetçidirler, oylarımızı almak için öyle derler ama yapmazlar, söylesin bakalım ona göre biz de oy veririz” demişti. Ondan sonra “Karl Marx’ın, Cheu Guaveranın kitapları serbest satılırken Risale-i Nurlar yasaklanamaz” diye bir beyanat verdi.
 
Evet, biz de hatırlıyoruz o beyanatı. Demek o zaman bu beyanatı Zübeyir abinin ikazı üzerine vermiş?
 
Evet, Zübeyir abi bir dahi idi. O zaman böyle bir beyanatın adliyeye tesir edeceğini biliyordu o nedenle bu beyanatı vermesini istemişti. Zübeyir abi, siyasileri Risale-i Nura hizmet etmeleri için teşvik etmiştir.
 
Zübeyir abide farklı bulduğunuz sizi etkileyen en belirgin şey nedir?
 
Zübeyir abi çok müdakkik bir insandı. En yakınındakini bile mihenge vurur eğer iyi çıkmazsa ona itimat etmezdi. Yani neticesi menfi çıkarsa itimat etmezdi. Her harekete kuşku ile bakardı, kimseye teslim olmazdı. Her şeye ihtiyatla yaklaşırdı. Üstad Bediüzzaman “sadakatinizden şüphe etmem ama nefsiniz sizi kandırabilir” demiş ya işte Zübeyir abi bu sözü nakleder ve her insanın kandırılabileceğini ifade ederdi. O nedenle her olaya ihtiyatla yaklaşır, dikkat ederdi.
 
Şöyle derdi. “Üstad, bu dinsiz zındıkların taktikleri ve adetidir, bizi en yakınımızın eliyle cezalandırmak ve bizi bize en yakınlarımızın eliyle kırdırmak ve yok etmek isterler” sözünü aktardıktan sonra  “Üstadımızın bu tespitlerine çok dikkat etmek lazım, hizmetimizde daima bunlarla karşılaşırız, bunların oyunlarına tuzaklarına gelmemek, dikkat etmek tedbirli olmak lazım” derdi.
 
Bir gün bir kardeşimiz bir lahika yazdı. İşte hepimiz lahika yazıp veriyoruz ya o da bir lahika yazmış vermişti. Orada “nizamı âlem” diye bir tabir kullanmıştı. O zamanlar Milli Nizam Partisi gündemde Zübeyir abi o yazıyı görünce hemen “bunlar siyaseti dairemiz içine sokmak istiyorlar, bunu kim yazdı kardeşim bu bir siyasi tabirdir, bunlar içimize kadar girmesinler? Bu tabir onların tabiri, onları hatırlatıyor” Hemen şüpheye düşmüştü. Biz kendisine yok abi onu Sadık abi yazdı dedik. Sadık deyince rahatladı.
 
Ve şunları söyledi. “Mesleğimize uymayan şeyleri hatırlatan cümleler kurmayın, mesleğimizi ifade eden cümleler kurun, meramınızı öyle ifade edin” dedi. Hizmetin tedbir ve tedvirinde bu kadar hassas ve dikkatli idi. “Bir taarruz anını, yaşadığınız herhangi bir hadiseyi meslek ve meşrep penceresinden kaleme alın, lahika makamında olsun, müdafaa makamında olsun yazın, halen fiilen ve kalemen çalışın, yazmadan söylemeyin” derdi.
 
“Çok çeşitli söz ve yazı nevileri vardır. Bunlardan başlıcaları şunlardır: Nutuk, muhavere, musahabe, diyalog, mektup hatırat, seyahat gibi. Yazarken evvela başlığı seçin.”
 
“Mesela ‘Üstadım Bediüzzaman Said Nursi’ gibi böyle bir başlık altında üstadı anlatın. Mesela ‘Risale-i Nur şöyle bir eserdir veya böyle bir eserdir’ başlığı. Altını ondan sonra doldurun. Mesela, “havadis-i Nuriyeden bahsettiğiniz zaman cümlelerinizi güzelleştirin, tatlı bir şekilde bahsedin, Üstadımız da öyle yapardı” derdi.
 
“Mesela Risale-i Nurun üslubunu yazacaksanız Risale-i Nurun üslubunda ve dilinde yazın, yazdığınız şeylere dikkat edin, yazdığınız metinleri okuyan cemaatler muhtelif olur, yazılarınız hiçbirine dokunmamalı, Üstadımızın kullandığı üslup gibi…
 
Bütün yazdıklarınız Risale-i Nurun üslubunda ve dilinde olsun. Zira Risale-i Nurun bir vazifesi de dilimizi korumaktır. Dinsizlerin bir taktiği de dilimizi bozarak, ecdadımız ve mefahir-i tarihimizle bağımızı koparmaktır.” diyen Zübeyir abi böylece bize yazı yazma konusunda ders vermişti.
 
Yine bir anekdot: “Zamanın valisi bir mektup yazarak “orada Ceylan isminde bir çocuk varmış, onu elde edip kandırın kendi tarafınıza çekin, kendi tarafınıza çalıştırın” diyerek gizli bir mektup yazıp göndermiş. Mektubu alan Jandarma Komutanı (Saf biriymiş demek ki), Mehmet Çalışkanı çağırıp “Valinin emri var Hoca efendinin yanında Ceylan diye bir genç var o ne iş yapıyorsa, nerelere gidiyorsa, kimlerle görüşüyorsa bize haber edilecek tamam mı? demiş. O da; “olur” demiş. Bu durumu Üstada söyleyince Üstad “ahmaklar” demiş.”
 
Zübeyir abi ile beraberliğiniz kaç yıl sürdü?
 
Beş yıl sürdü bu beş yılı yirmi dört saat beraber yaşadık. Ama biz bunu faziletfuruşluk olmasın diye kimseye söylemedik.
 
Zübeyir abinin Risale-i Nurun yayılmasında ne gibi katkıları olmuştur bu konuda neler söylersiniz?
 
Zübeyir abi için böyle bir soru çok garip; hayatını vermiş daha nasıl bir katkısı olacak. Hayatını sağlığını her şeyini vermiş.
Bayram abi derdi “biz Üstaddan sonra Risale-i Nurun meslek ve meşrebini Zübeyir abiden öğrendik.” Risale-i Nurun intişarına ve inkişafına en büyük hizmeti bu şekilde olmuştur. Yani, Risale-i Nurun meslek ve meşrebini gelecek nesillere yaşayarak, yanındakilere öğreterek o aktarmıştır.
 
Üstadımız “Ben Zübeyir’i kâinata değişmem” demiş. “Zübeyir’i tanımadan önce dinsizler beni mağlup edecek diye endişe ederdim. Artık Zübeyir’i bulduktan sonra endişelerim kalmadı” demiş.
 
Risale-i Nuru anlaması ve yaşaması hakkında biraz bilgi verir misiniz?
 
Tahir abi derdi “Üstadın hizmetkârları içinde Üstadımızı ve Risale-i Nurları en iyi anlayan Zübeyir abidir. Zübeyir Üstadımızı hiç üzmemiştir.”
 
Bir gününü nasıl değerlendirirdi? 24 saatini bize anlatır mısınız?
 
Zübeyir abinin bir günü diğer günlerini tutmaz, yani her gün aynı şeyleri yapmazdı. Bazen sabah derslerine ve sonrasında kahvaltıya iştirak eder, bazen etmezdi çekilirdi odasına kapısını kilitlerdi, bazen kilitlemediği de olurdu. İkindi derslerine mutlaka iştirak ederdi. Biz orda kaldığımız süre içinde mutlaka katıldığını görürdük. Biz orada tashihatla meşgul olurduk. Neşriyatla ilgili tashihat yapardık Bütün günümüzü o işgal ederdi. Kalan zamanlarımızda da derslere giderdik.
 
Neşriyat ile ilgilenen abiler bizi dağıtmak için tashihat işini oradan aldılar Beyazıt’a götürdüler. O bahane ile Zübeyir abinin etrafını boşaltmak istiyorlardı. Böyle bir taktik uyguladılar. Zübeyir abiyi yalnız bırakmak gibi bir düşünceleri vardı. Biz gitmedik Zübeyir abi de zaten bizi bırakmadı. “Onlar o işleri yapsın siz bundan sonra derslerle ve dershanelerle ilgilenirsiniz.” dedi. Göndermedi.
 
Ondan sonra sürekli ders ve dershane hizmetleri ile uğraştık. Okuduğu derslerde geniş geniş izah ederdi ve Üstaddan hatıralar anlatırdı. Biz akşamları derslere gider ve geç saatte eve gelirdik. Geleceğimiz saati bilirdi, bir bahane ile odasından çıkardı. Bizi “kardeşim, hoş geldiniz der” ve bizi bir şekilde odasına alırdı odasında kendisi çalışma masasının arkasında bizde önünde ayakta durur bize sorardı. Biz de derslerde neler oldu nasıl oldu anlatırdık. Biz o zamanlar çocuk sayılacak yaşlardayız, 19-20 yaşlarındayız alacağı bilgileri alır bize de anlatacakları varsa anlatırdı. Bu şekilde karşılıklı konuşmamız bazen sabahlara kadar devam ederdi. Çok hasta değilse o gün mutlaka ya sabaha kadar veya 3-4 saat bize anlatırdı. Üstaddan bahsederdi, hatıralar anlatırdı, hatıraları anlatırken sürekli bize ders verirdi.
 
Eyüp Ekmekçi abinin Zübeyir abi ile on seneye yakın beraber kalmışlığı var. Eyüp abi diyordu “Ben Zübeyir abinin bu zamana kadar sizinle ilgilendiği kadar ve sizinle konuştuğu kadar hiç kimseyle konuştuğuna şahit olmadım” derdi. Yani, bunu söylerken şu manada söylerdi “acaba Zübeyir abi, yolcu mu? Gitmek mi istiyor? Bu vesile ile kendisinde ne varsa sizlere aktarmak, vermek mi istiyor?” diye bir de yorum yapardı arkasından.
Onun için biz de yalnız kaldığımızda bu söylenenleri yazardık kaydederdik.
 
Şu arkanızda duran dosyalar, el yazmasına benziyor Zübeyir abinin yazdıkları mı? Bunlar kaç sayfa olabilir?
 
Kaç sayfa olduğunu saymadım gördüğünüz gibi çok. Hatta bakın bunlarda el yazması (yanında birkaç dosya göstererek) binlerce sayfayı bulacak kadar el yazısı ile yazdıkları var bende. Sayfa sayısını saymadığımdan bilmiyorum ama binlerce sayfayı bulur diye düşünüyorum. Bunların hepsini daktilo ettim tamamladım. Şimdi de belge durumunda olanları tasnif ediyorum onları koyuyorum.
 
Bunlar şu anda yedi kitap 2 bin 755 sayfa oldu. Kitap sayfası şekline dönüştürmüş bulunuyorum. En yakın zamanda basacağız inşallah.
 
Zübeyir abi hakkında bize başka neler söylemek istersiniz?
 
Zübeyir abi hakkında özetle şunu söyleyebilirim. Zübeyir abi Fenafil Üstad, Fenafil Risale-i Nur, Fenafil hizmet, kahraman bir zat-ı mübarektir. Ben bu kömür gibi lisanımla onu nasıl anlatabilirim ki, Zübeyir abi ciltlere sığmayacak kadar, anlatılırsa onun o güzel evsafı anlatmakla bitirilemeyecek kadar güzel bir zattı.
 
Zübeyir abi farklı bir zattı. Emsalini görmeniz mümkün değildir. Ancak, görerek onu hakiki anlamda tanıyabilirsiniz. Onu bir başkasının anlatımıyla anlamak çok zordur. Onunla olmak ve beraber yaşamakla ancak onu anlayabilirsiniz.
 
Zübeyir abi büyük bir dava adamının ahir zaman mehdisinin birinci kâtibi ve naşiri idi. Zübeyir abi şöyle diyor. “Ben Üstadımın esiriyim, kölesiyim, kim ki, Risale-i Nurun ve Üstadımın esiri ve kölesidir, onunda esiri ve kölesiyim” diyordu. Böyle söyleyen ve hakikaten böyle bir hayatı yaşamış bir zat hakkında daha ne söylenebilir, nasıl anlatılır?
 
Madem Üstadın meslek ve meşrebini en iyi o yaşadı ve kendinden sonrakilere aktardı diyorsunuz o halde biraz meslek ve meşrebinden bahseder misiniz?
 
Bakın bir yazısında şunu yazıyor: “Ben Nurun kölesiyim, hangi kimsede tefekkür varsa o kimse için her şeyde ibret ve ders vardır. İlim mana dünyasının tercümanıdır. Göz ve gönül onunla beslenir. İman ve fazilet mücadelesinde kazanılan taç ebedidir. Risale-i Nurla İman ve İslamiyet’e vakf-ı nefs etmek en büyük bir saadettir. Ben tefsir-i Kuran olan Risale-i Nurun kölesiyim. Bu yolun bir tozuyum. Risale-i Nur gayet muhkem bir kaledir. Ey nur canım sensin cananım sensin, hepsi sen, ne saadettir sana ermek. Ne mutlu Nurlardaki nuru imana, hayata hayat verene, canını o nura verene. Nurların verdiği imanla geçen her gecen gündüz gibi aydın bir bahar alemi olur. İmandan mahrum olduğumuz müddetçe nurlu bir medeniyet temadisine imkan yoktur.
 
“Bütün alemleri aydınlatan şey, nuru imandır. İman ve namus insanın en büyük şerefidir. İmansız olan paslı yürek sinede yüktür.”
 
Anadolu’dan İstanbul’a o dönemlerde çok insan geliyordu ve gelenler Zübeyir abiyi ziyaret ederlerdi. Zübeyir abi onlarla ne konuşurdu, nasıl muamele ederdi?
 
Zübeyir abi gelenlerle görüşmezdi. Sadece hizmetle ilgili olan abilerle görüşürdü. Mesela Mehmed Fırıncı abi ile görüşürdü. Fırıncı abi yanında kalan bizlerle hizmetleri organize ederdi. Mutlaka görüşmesi gereken kardeşler olursa Kirazlı Mescide giderdi, orada görüşürdü.
Kaldığımız yere kimseyi getirttirmezdi orası mahremdi.
 
Bazı isimler Zübeyir abiyi anlatırken sanki onunla birlikte yaşamış ve ömrü onunla geçmiş gibi anlatıyor. Veya biz öyle anlıyoruz.
 
Yok efendim, benim kaldığım beş yıl içerisinde bu isimlerin bir defa olsun 24 saat birlikte kaldığını hatırlamıyorum. Vaki değildir. Yani ben son beş yılı için bunu kesin bir ifade ile söyleyebilirim. Ondan önce de Kirazlı Mescitte kalmış. Kendi ifadelerinden anladığım ve hatırladığım kadarıyla orada da üst katta odası vardı, kendisi yatar kalkar orada kalır. Alt katta da bir dershane var. Diğer kişiler de orada yatarlardı. Yani orada da yalnız kalırmış. Aşağı inerse orada görüşürler, genelde ders saatlerinde iner o saatlerde ne kadar kalırsa o kadar görüşme imkanları olur.
 
Bu durum bir görüşmedir. Onun yanında kalmak anlamına gelmez. Onun özel hayatını bu görüşmelerde görmeleri mümkün değildir. Beraber kalmak demek onun günlük yaşamındaki her şeyini paylaşmak demektir. 24 saat aynı yerde kalmak demektir. Orada öyle bir ortam yok zaten.
 
Bu anlamda biz sadece yanında kaldık diyebiliriz. Zübeyir abi ile beraber kaldım diyebilecek (bizlerin dışında) kimse yoktur. Diğerleri ancak görmüşler ve görüşmüşlerdir. Bakın bu resimlerde de görülüyor. Zübeyir abi ile kalan kardeşlerin resimlerini göstermek istiyorum. Gerçek anlamda onunla birlikte kalmış olanlar bunlardır.
 
Dediğim gibi “beraber kaldık” diye iddia edenler sadece görüşmüşlerdir. Ama sık sık görüşmüşlerdir ama seyrek görüşmüşlerdir. O görüşmeler sanırım birlikte kalmak anlamına gelmez.
 
Zübeyir abi ehl-i hizmet bir insandır o nedenle ehli hizmet olanlar hizmet adına onunla görüşmüşlerdir. Fakat o insanlarla 24 saatinin paylaşmamıştır. Ben İstanbul’a gelmemle birlikte bu beraberlik başladı. Birlikte kalabilmek için bana kiralık bir yer bulmamı istedi, yani bu talep kendisinden geldi. “Ben sizinle beraber kalmak istiyorum” diye tutmamızı istemişti. Koca Mustafa Paşadaki o kaldığımız yeri ben tutmuştum. Zübeyir abinin isteği üzerine tuttum. İstanbul’a daha yeni gelmiştim, henüz o zaman çocuk yaşlardaydım. Ona rağmen, hatta İstanbul’da bulunan diğer abilere rağmen bu görevi bana vermişti.
 
O dönemle ilgili bilgileri en ince detaylarına kadar yazdım. Kitap yayınlanınca görürsünüz, kim ne kadar görüşmüş kim ne kadar kalmış ve ne konuşmuşlar. Hepsi o kitaplarımda var.
Bu yazdıklarım gün yüzüne çıktığında daha önce anlatılanların yeniden gözden geçirilmesi gerekecek, çünkü onların birçoğu yüzeysel ve gerçeğe uygun olmayan hatıralardır. Birçok hatıra diye anlatılanlar ya vaki değildir veya bir şekilde çarpıtılarak anlatılmıştır. Veya kendi konumlarına uyarlanarak anlatılmıştır.
 
 

Aslında bir açıdan bu hatıraları anlatmak hususunda bu piyasada dolaşan eksik ve noksan anlatımlardan dolayı bir cihette anlatmaya ve yazmaya kendimi mecbur hissettim. Sustum şimdiye kadar ama artık anlatmanın zamanı geldi diye düşünüyorum.

 

(Devamı yarın)


 

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.

Röportaj Haberleri