Bediüzzaman zulümlere maruz kalan bir mazlum. Son yüz elli yıllık tarihimiz bir imparatorluğu ve ümmet-i İslamiyenin kahraman kumandanı olan Osmanlı Türkünü tarih sahnesinden silmek için büyük fesat cereyanlarına mahal olmuş. 31 Mart Osmanlıyı yıkmak için yapılan en büyük manevralardan biri. İngilizlerin fesat tezgahlarında hazırlanmış ve sahneye sürülmüş çok korkunç bir yıkma ve çözme hareketidir. 31 Mart’ın tesiri ta Menderes iktidarına kadar devam etmiş ama iktidarın iktidarsızlığından dolayı tekrar hortlatılmış ve Menderes ipe gönderilmiştir.
Bediüzzaman 31 Mart’ta bir okyanus gibi gelen fesat dalgalarının üzerine gitmek istemiş ama bir kişiyle olacak bir hareket olmadığı için geri durmuş. Korkunun elini tutamadığı bir insan, geleceğin himmetine koşacak ayaklar, o fırtınadan geri çekilmiş. 31 Mart’ı hazırlayanlardan addedilmiş ama yatıştırıcı rol oynadığını mahkeme önünde Hurşit Paşa’ya savunmuş ve aklandıktan sonra “zalimler için yaşasın cehennem“ diyerek, perde arkasındaki ifsat komitelerini cehennemle tehdit etmiş. Bizim sahnenin figüranlarına çok da bir şey söylememiştir. O zalimler bizde İngiliz casusları ve arkasındaki devlet-i mefsedet olan ada ülkesidir.
Bediüzzaman, Ankara hükümeti ile yeni devletin nasıl bir çoklu sentezi olması lazım geldiği konusunda konuşmalarından bir ümit ışığı doğmadığını görünce Doğu Anadolu’ya gitmiş, mağaraya çekilmiştir. Van’da mağarada yaşamakta iken Şarkta ihtilal ve isyan hareketleri oluyor. “Sizin nüfuzunuz kuvvetlidir” diyerek yardım isteyen bir zatın mektubuna “Türk milleti asırlardan beri İslamiyete hizmet etmiş ve çok veliler yetiştirmiştir. Bunların torunlarına kılınç çekilmez, siz de çekmeyiniz, teşebbüsünüzden vazgeçiniz. Millet irşat ve tenvir edilmelidir” diye cevap vermiştir. Fakat yine hükümet Bediüzzaman’ı batı Anadoluya sürgün etmiştir.
Van’dan Anadolu’ya hareket etmesi cebren icra edilirken zulmün birinci perdesi oynanmaya başlamıştır. Nüfuzunu kullanarak isyanlara katılsa, henüz tam oturmamış devlet çarkını darmadağın edebilecekken böyle bir ihanetten Türk milletinin azamet ve haşmetine, dine, tarihi sadakatına uyarak hiç iltifat etmemiştir. Onun görevi milleti kaoslara itmek değil kurtarmaktır. Her halükarda Türk milletini, ümmet-i İslamiyeyi kurtarmayı düşünmüştür. Hapishanelerde ölüme itilirken o en büyük eserlerini bu büyük milletin imanını kurtarmak için kibrit kutularına yazmış, yine millete ve zulmeden zavallı devlet figüranları ile uğraşmamıştır.
Burdur vilayetine askeri muhafızlarla sevkediliyor. Bütün bunlar yapılırken o itidalini kaybetmemiş, kafasındaki büyük telif planını en müsait anda uygulamaya çabalar. Hiçbir panik ve karşı tavır koymadan kadere teslim olmuş, nereye dense oraya kemal-i sadakatla gitmiştir. Namık Kemal, Sirkeci garına götürülürken sürgün için onu hazırlayan Fransız tesirlerine binaen gara doğru giderken Fransız Milli marşı Marzeyez’i söylemiştir. İşte Namık Kemal işte Bediüzzaman. Yüzyıldır devlet karşıtı ihtilalci Namık Kemal okutulur okullarda. Bediüzzaman nerede? Halbuki kimin okutulması gerek ortada. Orta okul çağında çocukların, ilk öğretmenlik yıllarımda bana “hocam biz şu sayıya gelince ihtilal yapacağız ne dersi” diyorlardı. Ben de onlara “şu kitapları okuyun sonra ihtilali düşünürsünüz” demiştim.
Bir tarafta Kürtçülük bir tarafta Türkçülük birbirine düşmanlık hisleri ile pompalanırken, okullarda, bu topraklarda müşterek yaşama iradesini anlatan bir Allah’ın kulu yok. Kör, sağır ve ayağı topal eli tutmaz siyaset, bunları yapamaz. Neyse ben o okuldan dayak yiyerek uzaklaştırıldım, olsun benim de yarın Huzurullahda çektiklerim madalyon gibi omuzlarıma takılacak, seviniyorum.
Van’da mağaradan çıkartılıp Anadolu’ya hareket etmek üzere jandarmalarla sevk edilirken yollara dökülüp “Aman Efendi hazretleri, bizi bırakıp gitme, müsaade buyurun sizi göndermeyelim, arzu ederseniz Arabistan’a götürelim?” diye yalvaran silahlı gruplara, ahaliye ve ileri gelen zatlara “Ben Anadoluya gideceğim, onları istiyorum” diyerek hepsini teskin ediyor.
Burdur’da iken o zamanın erkanı harbiye reisi Mareşal Fevzi Çakmak Burdur’a geliyor, ona, “Said Nursi hükümete itaat etmiyor, gelenlere dini dersler veriyor” diye şekvada bulunuyorlar. Mareşal, Bediüzzaman’ın ne kadar dahi ne kadar manevi büyük ve müstakim bir zat olduğunu bildiği için “Bediüzzaman’dan zarar gelmez, ilişmeyiniz, hürmet ediniz” der.
Ordulara tek başına karşı çıkıp onları teskin etmeye çalışan, idamla yargılanırken mahkeme heyetinin hırsını teskin eden, sultanların baş misafiri ve büyük hürmet ettiği adam bir köye, Barla’ya sürgün edilir, ta ki ölsün, ondan kurtulunsun. Namık Kemal en fazla eseri Magosa sürgününde yazmıştır, adeta bir sürgünden ziyade her gelen devlet adamının kendisine kolaylık gösterdiği, zindan diye bir şey olmadığı sadece ilk geldiği gün zindan benzeri bir yerde kaldığını ama onun köpürtülüp sanki oradaki bütün ömrü zindanda geçmiş gibi gösterilmiştir.
Bediüzzaman da eserlerinin büyük bir kısmını Barla’da yazmıştır, hatta öyle ki bir talebesine yazdığı mektupta “vazifem bitmiş midir” diye sormuştur. Ama ondan sonra Afyon, Denizli, Kastamonu, Eskişehir zinciri içinde yine nadide eserler yazmıştır. Bütün bunlar onun sürgünlerinin meyveleridir. Napolyon “zulüm dehaların ekmeğidir” der. İnsanlık tarihinin büyük eserleri büyük sıkıntılar ve zor zamanlarda meydana çıkmıştır. Halide Edip Sinekli Bakkal isimli büyük eserini Amerika’da vatanından uzak yazmış ve Türk Edebiyatında Hafız bir roman kahramanı Rabia’yı İstanbul’un göz bebeği yapmıştır. Ondan önceki roman tipleri batının silik kopyalarıdır. Romanda Mevlevilik bir tez olarak olduğu gibi, Hristiyanlıktan İslama geçen Peregrini isimli papaz ile de Halide Edip çok sonraları bile anlaşılması zor olan bir senteze yol açmıştır.
Geçtiğimiz Cuma günü İsveç’te Müslümanların Cuma namazı sırasında İsveçliler caminin önünde birikmiş bir olay olmasın diye canlarını siper etmişlerdir. O insanların yüreğini düşündüm, diğergamlıklarını duydum ve ağladım. Dünyada en az şey bu diğergamlıktır. Kendini başkaları uğruna feda etmek. Nice ekabirlerle düştüm kalktım insanlara alet gibi bakan, hissiz, duyarsız, hiçbir derd ile muazzeb olmayan adamlar. Hz. İsa, Hz. Musa, Hz. Muhammed (asm) hepsi bir ağacın tadları farklı meyveleri, aynı Allah’ın uluhiyyet bağında insanlığa hidayet meyveleri sunmuş. Mevlana ve Bediüzzaman’ın “Erkan-ı imaniyenin kutb-ı azamı olan iman-ı Billah ve İman-ı Bilahiret” derken nasıl bir boyutta olaya baktığı görülür. Bazı insanların kafası hala Haçlı seferleri mantığı ile sofada kılıç kalkan hazırlıyor.
Hapishane aslında dünya edebiyatında büyük eserlerin ortaya çıktığı bir mekan, bunun ayrıntısı uzun sürer, rahat döşeğinde eser yazmış kuşkonmaz aristokrat tiplerinin yaptığı büyük adamlar büyük sıkıntılarla eserlerini doğurmuşlar. Çocuk dar bir vadiden geçip bu aydınlık dünyaya gelirken, doğumun psikanalitik ve fizyolojik sırrı ile birlikte dini ve felsefi boyutunu da ortaya koyar. Herkes çile ve zulmünün ekmeğini yer.
Barla’da Risale-i Nur gün ışığına çıkarken dünya bilim, felsefe ve hurafelerin altında ezilen kitaplı dinlerin o canhıraş feryadını Bediüzzaman yüreğinde duyuyordu. Onun eserleri başta İslamın yanında kitaplı dinlerin de savunmasıdır. Nice Hristiyan olan küçük birliktelikler Haşir ve Ayet’ül Kübra gibi tevhid ve modern tasarım anlatımlarını okumuşlar ve okumaktalar.
Romanya’da bir Hristiyan bayan öğrenci Ayet’ül Kübra’nın İngilizcesini okur ve Müslüman olur. “Öyle bir roman ki ben romanları okudum, ne Dosto da ne de Tolstoy’da böyle büyük tezler yok” demiş. Hugo’nun Sefilleri aslında ideal bir tasarımıdır, bir sürgün ve asi adamı Allah’ın nazarı altında insanlığa kazandırır Hugo. Bediüzzaman da Ayet’ül Kübra’da kainattan Halıkını soran bir seyyahı kainat ve küre-i arz ile konuşturarak en büyük dialog ve tevhid eserini meydana getirir.
Dünyadaki inanç buhranını asrın başında çözmeye çalışan ilahi iradenin isteği doğrultusunda o eserler meydana gelmiştir. Marks’ın ve İbn-i Sina’nın ahiret inancı karşısındaki tavırsız duruşları yanında Bediüzzaman öldükten sonra dirilmenin haysiyetini kurtarmıştır. Bu yüzden Barla bir tarihi olay olmakla birlikte büyük bir dini, felsefi savaşların Bediüzzaman’ın muhayyile ve şubelerinde cereyan etmesinin mahsulüdür.
Barla’dan sonra Eskişehir hayatı ortaya çıkar. Eskişehir’de Bediüzzaman Ağır ceza mahkemesi ile idam ile yargılanır, bütün Türkiye’yi ayağı kaldıran bir hayasız tahaşşüd meydana gelir. Dahiliye Vekili, umum Jandarma Komutanı kıta ile Isparta’ya gelmişler. Yaptıklarının büyük düşmanlıklarını düşünerek tedirgindirler, çünkü düşmanına tekme atan ölümcül bir darbe ile karşılaşabilir. İfrat da muzır, tefrit de muzır ama ifrat tefrite neden olduğu için daha muzırdır sırrı bu işte. İşte büyük bir zulüm organizasyonu, ne olmuş bir adam sürgünde kitap yazmış en büyük suçlu kağıt ve kalem.
Otuzuncu Lema Altı Büyük Esma Risalesi telif edilir. Dünya edebiyatı ve İslam dininin telifat-ı sabıkasında otuzuncu Lema gibi bir eser yok. İnad ettim iki günde bitirdim o altmış sahifeyi. Onları hissettiklerimi yazacağım o kadar plastik bir dille Allah’ın altı büyük esmasını anlatmış ki, telifdeki kudreti kimse ile kıyaslanamaz. Türkçe bir felsefe dili olmuştur. Orada kimse bu Türkçe’yi felsefe diline çevirememiştir, bunu felsefe otoriteleri ile münakaşa edelim. Mal büyük ama? Gel gör ki…
Orada Birinci Şua ve ikinci şuayı yazmıştır. Bu iki eserinde tevhid ve estetiği İslam estetiğini nasıl birleştirdiği büyük Avrupai kafalı estetik uzmanları ancak anlayabilirler. Tevhid ve Vahdetde kemal-i ilahi ve cemal-i Rabbani tezahür eder, bu büyük cümle beşeri ve dini sanat ve tevhidin kitaplarla izah edilebilecek bir manifestosudur. Alemi bir birlik kanunu ile insan hayatına hizmette bir araya getiren, sayısız nesneyi, bütün güzellikler onları bir araya getiren iradede, aynı şekilde bütün nesneler estetiğinde farklı elemanları bir araya getirmek de yine estetiğin önemli kuralı. Dolasıyla Bediüzzaman bu büyük eserlerini zulüm içinde yazmış.
Hapishaneleri meyveleri ile anlatır Bediüzzaman. ”Denizli Medrese-i Yusufiyesinin bir ders-i azamı Meyve Risalesi olduğu ve Afyon Medrese-i Yusufiyesinin kıymettar bir ders-i ekmeli El-Hüccet’ül Zehra olması gibi Eskişehir Medrese-i Yusufiyesinin gayet kuvvetli bir ders-i azamı da ism-i Azamı taşıyan altı ismin altı nüktesini beyan eden bu Otuzuncu Lemadır. İsmi Azamdan Hayyu Kayyum’a dair parçada pek derin ve geniş meseleleri herkes birden bilemez ve zevk etmez fakat hissesiz de kalmaz.”
Bütün bunlar Bediüzzaman’a yapılan fonksiyonel zulümlerin zincirleme anlatımlarıdır. Bu altı isim mukayeseli olarak müfessirler ve İslam felsefecileri ve estetik ilminin huzurunda anlatılsa koca bir kitap olur.
İstanbul’da başlayıp Barla’ya uzanan, oradan Eskişehir’e giden, Kastamonu’ya varan, Denizli, Afyon ile son bulun bu zulümlü telifat yılları dinimize ve düşünce dünyamıza kıyamete kadar hizmet edecek eserlerin ortaya çıkmasına neden olmuştur. Sonra Urfa’ya, peygamberler şehrine ilahi bir çağrı ile giden Bediüzzaman orada ruhunu Rahmana teslim etmiş, ölmeden önce de “Küfrün bel kemiği kırılmıştır” demiştir.
Burada küfür ile bir millet bir din değil bütün dünya muhatap alınmıştır. Kastamonu’da yazılan Ayet’ül Kübra ne kadar zorluklarla doğmuş, yollarda yazdıkları elinden alınmış tahrib edilmiş o da daha sonra ağaç kovuklarına saklamış talebeleri oralardan almışlardır. Bediüzzaman bütün bu olayları soğukkanlılıkla karşılamış, görevini yapmış dünyadan ayrılmış. Dünya tevhid meyveleri ile süslenmiş, kalp ve akıllar inkarın lodosundan kurtulmuştur. Var mı bunun başka türlü izahı?