Sezai Karakoç Nereye Düşer?
Şahin Doğan'ın yazısı....
Yeni Şafak gazetesinin ‘arif’ yazarı Yusuf Kaplan’dan başlıyoruz okumaya:
“Sezai Karakoç, bu dünyada yaşayan biri değil: Pergelini ötelere ayarlamış ayrıksı bir bilge. Elbette burada nefes alıp veriyor; ama iliklerine kadar içselleştirerek, hayat hâline, hakikat hâline getirerek alıp verdiği, ilettiği, hep ötelerin sesi ve nefesi… Ötelerin dünyasından her dem taze, hem dem yeni, hem dem yenilenen ve her dem yenileyen taptaze ruh üfleyen haberler getiriyor hepimize.”
İşte o her dem taze, her dem yeni, her dem yenilenen haberlerden biri:
“Kürt meselesinde, gidip te elinin altındaki bir mahkumla pazarlık yapamazsın. Devlet bu kadar acze düşmez. Devlet buna tenezzül dahi etmez. Devlet elinin altındaki bir mahkumla görüşemez.”
İliklerine kadar içselleştirilmiş tanıdık resmi ve milliyetçi bir söylem bu. Devletin bekasını, insan onuruna önceleyen kadim ve sapkın bir anlayış. Sakın bu da ‘ötelerin sesi ve nefesi’ olmasın?
Okumaya devam ediyoruz:
“… Sezai Karakoç, nebevî hakikati soluyan, vahyin dile geldiği, bizi kendimize getirdiği nebevî dili konuşan, nebevî dille yaşayan, yaşayan en büyük 'sanatçı-düşünür'ü çağrımızın, hakikatin diriltici çağrısına gebe 'çağımız'ın.”
Nebevi dil: Kuranın dili, sünnetin dili, adaletin dili, hakkın dili, hakikatin dili. Şairler bu dille mi konuşur? Yoksa sanatın, sanalın, evhamın yani yalanın diliyle mi? Cevabı şairlerin sultanı versin ‘Aldanma ki şair sözü elbette yalandır.’
‘Çağımızın yaşayan en büyük sanatçı-düşünürü.’ Bu cömertçe yapılmış haksız, hukuksuz ve dahi yersiz iltifata ne demeli? Kaldı ki ülkemizin Rimbaud’u İsmet Özel sırada beklerken…
Sıkı tutunun daha fenası geliyor:
“Bir Nuh gibi, hiçbir kınayıcının kınamasına aldırış etmeden hakikatin izini süren, insanlığı hakikatin hayat ve ruh bahşeden kurtarıcı gemisine çağıran; bir Eyüp sabrıyla hakikat sarayının taşlarını döşeyen; bir Musa metaneti ve bilgeliğiyle firavunların olmazlarını oldurtan, denizi ortadan yararak su üstünde hakikat şarkısını besteleyen; bir İbrahim dirayetiyle ve direnciyle insanın gözünü körelten, zihnini kötürümleştiren, ruhunu yok eden bütün putları yok etme mücadelesi veren… Ve bütün putları yere serici ruhunu dirilten bir öncü: Öncülerin öncüsü, Sezai Karakoç…”
Gördünüz mü felaketi? Bütün peygamberlerin yüce sıfatları şairimizde tecessüm etmiş güya. Solcular bile Fikret ve Nazım için bu kabil absürt bir methiye dizmeyi akıllarına getiremediler. İslamcıların en büyük marifeti galiba bu: Övgü, övgü, övgü… Putlaştırana kadar, önünde diz çöküp saygı ve tazimle eğilene kadar, tanrılaştırana kadar yani hayatın ve realitenin dışına çıkarana kadar övgü. Halbuki “mübalağa zemm-i zimnidir.” (gizli yalandır) İnancı müsaade etseydi üstat için hemencecik bir heykel inşa etmeye hazır sayın Kaplan. Sadece bir heykel mi? Yüzlerce belki de. Çok şükür ki itikadımızca heykel memnu.
Üstat hangi putu kırdı, ne zaman ‘La’ bayrağını çekti, hangi meselede?
Kürt meselesinde üstat nereye düşer? Cevabı malum.
Alevi meselesinde nereye düşer? Cevabı malum.
Anadilde eğitim meselesinde nereye düşer? Cevabı malum.
Hak ve özgürlükler noktasında nereye düşer? Cevabı malum.
‘Ayrıksı bilge’miz, bütün bu haksızlıklar ve hukuksuzluklar olanca şiddetiyle devam ederken nerdeydi? Yaşamıyor muydu yoksa?
Edebi maya itibariyle nereye düşer? Yahya Kemal, Mehmet Akif, Tanpınar, Asaf Halet, Necip Fazıl, Atilla İlhan ve İsmet Özel’den sonra kalan boş bir yer varsa oraya. Bu, aceleyle verilmiş peşin bir hüküm değil bir şeyi ‘olduğu gibi vasfetmek’ sadece.
Son paragrafa geçelim:“…Bütün insanlığa seslenebilecek hakikat medeniyeti fikrinin ilk sahih ve sahici kurucusu Sezai Karakoç'tur: Üstad Sezai Karakoç'tan önce, sadece Batılı kavramlarla ve perspektiflerle düşünmeye çalışan ama her çırpınışında bir kez daha düşen ve düşüren kişiler vardı.”
Karakoç’tan önce düşünce semamızı aydınlatan belli başlı yıldızlar kimlerdi: Mevlana, Hafız, Yunus, Muhammed İkbal, Mehmet Akif, Necip Fazıl, Yahya Kemal, Nurettin Topçu, Kenan Rifai, Bediüzzaman, Cemil Meriç…
Bunlar, Kaplan’ın deyişiyle “sahih ve sahici bir medeniyet fikri kurmayı başaramamış, sadece Batılı kavramlarla ve perspektiflerle düşünmeye çalışan ama her çırpınışında bir kez daha düşen ve düşüren kişiler.” Yani yukarıda sözü edilen yıldızların hepsi batılı kavramlarla düşündü, çırpındı, düştü ve düşürdü bir yerli kavramlarla düşünen, düşmeyen ve dahi düşürmeyen Mona Roza şairi kaldı. Öyle mi?
Yani demem o ki “Bir şeyi olduğu gibi vasfetmek lazım zira ihsan-ı ilahiden ziyade ihsan, ihsan değildir.”(Bediüzzaman)