Şiirin Ölümü
Şahin Doğan'ın yazısı...
Sanat, sübjektif telakkilerin hükümferma olduğu serbest bir saha. Her zamanın kendi eğilimleri doğrultusunda bir poetikası olacak mutlaka. Kıvamlı-kıvamsız, ışıltılı-ışıltısız, gür-cılız, ama olacak.
Tek bir telakkiden, tek bir poetik zeminden hareketle yapılan çıkarımlar her zaman hususide kalıp, umumi olamayacak. Cihanşümul bir miyardan ve konsensüsten bahsetmek mümkün değil. Yapılan her değerlendirme hususinin çerçevesi içinde kalmak kaydıyla geçerli bir mana ifade edebilir.
Klasizm, hakikatın ve güzelin biricik miyarı ve ölçüsü olmamasına rağmen daha hakikiye daha sahiciye ve daha güzele en yakın olma hüviyetini hala korumakta. Her medeniyetin klasik tanımlaması kendine göredir. Ancak ölçüler ve mihenkler bazı nüans inceliklerine rağmen hemen hemen aynıdır.
Bu durum Türk şiiri içinde aynen geçerlidir. Klasik denilince: Fuzuli, Nedim, Baki, Nefi, Şeyh Galip, Mevlana, Hafız gibi güzide simalar ilk akla gelenler. Türk şiiri, en parlak ve en mutantan ve en muhteşem en dönemini bu güzide simalarla yaşamış. Aruz, klasik mihengin biricik kalıbı, onsuz bir şiir ritimsiz, ahenksiz ve kanatsızdır. Bir kelimede binbir çağrışım gücü uyandırabilmek sadece aruzla mümkün.
Mananın cümbüşü ve cevelanı böylesine serbest, serazat ve sanatkarane bir dekor ile sağlanabilir. Kanatsız, tek boyutlu ve menşursuz hece vezniyle bunu karşılamak beyhude bir gayrettir.
Rene Guenon: ‘Her mana kendine yakışan kelimelerle temessül edilebilir’ diyor. Mistik, ulvi ve deruni heyecanların mefhumlar dünyası ile dünyevi, sıradan ve şehevi heyecanların mefhumlar dünyası bir ve aynı olmaz. Elbise, kalıba göre giydirilir. Prens’e dilenci elbisesi giydirilmez. Su, kabın rengini alır.
Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Necip Fazıl, Nazım Hikmet ve Sezai Karakoç klasik miyarın, çizginin ve zevkin son temsilcileri. Aslında Osmanlının yıkılışı, muhteşem bir medeniyetin, koca bir Umran’ın, 3 ince bir zevkin, derin bir duyuşun, düşünüşün ve estetiğin yıkılışı demekti.
Türk şiirinin Nazımla birlikte öldüğünü iddia etmek biraz abartılı. Ancak Nurullah Ataç ve Fethi Naci ile birlikte edebiyat piyasasını kaplayan çürük ve çirkin kumaşları gördükçe bu iddiaya katılmamak elde değil. Dildeki sefalet, irfan eksikliği ve düşünce kısırlığı daha başka bazı hayati nedenler arasında…
Aynı durum roman için de 4 pekala geçerli. Romanımızın Orhan Pamuk’la birlikte öldüğünü söylemek, şiir de olduğu gibi biraz abartılı ancak Pamuk sonrası roman serencamını dikkatle takip edenler bu tezin çok da abartılı olmadığını hemen görecekler. (Bir zamanlar Cemil Meriç “Roman ölüyor mu?” diyecek oldu başta Rasim Özdenören olmak üzere birçok kalem erbabının hışmına uğradı.)
Mukavvadan sağlam bir bina inşa etmeye kalkışmanın sonu bir kelimeyle yıkım ve hezimet. Hilmi Yavuz gibi Hece’nin ‘yavuz’ bir müdafii bile: ‘Dünya ölçeğinde şiir statüsünü yitiriyor’ diyerek bu noktada teslim-i silah etmişse bizim bu konuda konuşma ve kalem oynatma alanımız oldukça geniş demektir.
İlham, ilahi bir lütuf, zaman durdukça esmeye, gelmeye devam edecek. Her dönemin kendine has poetik bir telakkisi yani serzenişi, hüzünlenişi ve bunu ifade ediş biçimi olacak dedik, bunun rengi, deseni, kıvamı yine kendine has olacak.
Ancak genel bir tarama sonucu her şeyin bayağıya, alışılmışa, sıradana doğru kaydığını ve insanların mitik, mistik, gizemli ve deruni iklimlerden yavaş yavaş uzaklaştığını gözlemliyoruz. Kabul etmek gerekir ki edebiyatın en büyük beslenme kaynaklarından biri belki de birincisi dindir.
Bilim ve teknolojinin sınır tanımadan hayasız büyümesi ve yayılması karşısında sanat, edebiyat ve özellikle de ‘hayalata karşı kapısı açık olan’ şiirin sinmekten, saklanmaktan ve kendi mağarasına Haşim’in deyişiyle ‘Sinay-ı Kahre’ çekilmekten başka şansı yok gibi.
Bazı eleştirmenlere göre Fransa bile Rimbaud ve Boudelaire’den sonra büyük bir şair yetiştirememiş. Bunun nedeni ‘tabiatın en tehlikeli armağanı’ olan deha yetmezliği ve yetersizliği değil, verimli toprakların çoraklaşması ve bu topraklardaki humus oranının giderek azalması hatta yok olması…
Özetlersek Albert Camus şiir için: ‘Elleri kirli olduğu için sofraya alınmayan yaşlı bir amca’ diyordu. Çok hazin ama ne çare ki gerçek.