Sinan Meydan'dan Atatürk'ün din ve ezan sözlerine evlere şenlik tevil!

Sinan Meydan'dan Atatürk'ün din ve ezan sözlerine evlere şenlik tevil!

Atatürk'ün Arapça ezanı yasaklamasını, Ayasofya'yı müze yapmasını, alfabe değişikliğini böyle yorumladı

Ahmet Bilgi'nin haberi:

RİSALEHABER-Tarihçi Sinan Meydan, Atatürk'ün Arapça ezanı yasaklamasını, Ayasofya'yı müze yapmasını, alfabe değişikliğini evlere şenlik sözlerle tevil etmeye çalıştı.

Atatürk’le ilgili "güya" yanlış bilinenleri düzelten Meydan'ın sözlerini Abbas Güçlü Genç yazdı. İşte Meydan'ın sıraladığı inciler:

Alfabe

-Bir gecede Latin alfabesine geçelim diye karar verilmiş değil. 150 yıllık bir ön hazırlık süreci var.

-Eski alfabeyle okuma yazma oranı yüzde 10’u geçmiyordu.

-Eski alfabe, Türkçenin yapısına uygun bir alfabe değildi.

Atatürk ve din

-Atatürk, Ayasofya’yı bir uygarlık anıtı, insanlığın ortak mirası olarak görüyordu. Bütün bunları korumak ve sergilemek, ancak müze olarak mümkün olabilirdi. Onu yaptı.

-Atatürk İslam dinine bilimsel açıdan bakılmasını istiyor. Bunu yaptığı için takdir edilmeli.

Türkçe ezan

-Atatürk dinin daha iyi anlaşılmasını istiyor.

-1925’te Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi ile Kuran’ın tefsir ve tercümesi ile sözleşmeler imzalanıyor. Elmalılı Hamdi’nin tefsirleri ülkenin dört bir yanına ücretsiz dağıtıldı.

-1932’de dinde Türkçeleştirmek hareketi var. Önemli hafızları toplayıp Ayasofya ve büyük camilerde Türkçe Kuran’ın nasıl okunacağı ve Türkçe ezanın hazırlıkları yapılıyor. Atatürk’ün buradaki amacı Kuran’ın anlaşılması.

-Atatürk Türkçeyi minareye çıkarmıştır ezanı Türkçeleştirerek. Ezanın Türkçeleştirilmesi, din sorunu değil, dil sorunudur.

SİNAN, MEYDANI BOŞ MU ZANETTİ?

Atatürk'ün din ile ilgili düşünceleri çok açık ve netti. İslam'ı ilerlemeye engel olarak gören Atatürk'ün ne düşündüğünü Kâzım Karabekir yazmıştı.

İşte bazı örnekler:

“Ankara’da yeni bir hava esmeye başladı: İslâmlık terakkiye (ilerlemeye) mani imiş! Halk Fırkası lâ dini (din dışı) ve lâ ahlâki (ahlâk dışı) olmalı İmiş!.. Macarlar ve Bulgarlar gibi ufak milletler bizim gibi Almanya tarafında bulunarak mağlûp oldukları halde istiklâllerini muhafaza ediyorlarmış.. Medeniyete girmişlermiş.. Türkiye islâm kaldıkça Avrupa ve İngiltere müstemlekelerinin çoğunun halkı Islâm olduğundan, bize düşman kalacakmış. Sulh yapmayacaklarmış. 10 Temmuz 1923’de Ankara İstasyon’undaki Kalem-i mahsus binasında fırka nizamnamesini müzakereden sonra Gazi ile yalnız kalarak hasbıhallere başlamıştık.

Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar

Kendisini hilâfet ve saltanat makamına lâyık gören ve bu hususlarda teşebbüslerde de bulunan din ve namus
lehinde türlü sözler söyleyen ve hatta hutbe okuyan, benim kapalı yerlerde baş açıklığımla lâtife eden, fes ve kalpak yerine kumaş başlık teklifimi hoş görmeyen M. Kemal Paşa, benim hayretle baktığımı görünce şu izahatı verdi:

-Dini ve namusu olanlar kazanamazlar, fakir kalmaya mahkûmdurlar. Böyle kimselerle memleketi zenginleştirmek mümkün değildir. Onun için önce din ve namus telâkkisini kaldırmalıyız. Partiyi, bunu kabul edenlerle kuvvetlendirmeli ve bunları çabuk zengin etmeliyiz. Bu suretle kalkınma kolay ve çabuk olur..”

KUR'AN'I NEDEN TÜRKÇEYE TERCÜME ETTİRECEK?

Bu akşam (14 Ağustos) heyet-i ilmiye şerefine Türk Ocağı’nda verilen çay ziyafetinde ilk tehlikeli hamle göründü. Şöyle ki:

Ziyafete M. Kemal Paşa da, ben de davet edilmiştik. Vekillerden kimse yoktu. Hayli geç gelen M. Kemal Paşa Heyet-i İlmiye’nin şimdiye kadarki mesaisi ile ilgili görünmeyeni “Kur’ân’ı Türkçeye aynen tercüme ettirmek” arzusunu ortaya attı. Bu arzusunu ve hatta mücbir (zorlayıcı) olan sebebini başka muhitlerde (çevrelerde) de söylemiş olacaklar ki, o günlerde bana Şeriye Vekili Konya Mebusu Hoca Vehbi Efendi vesair sözüne inandığım bazı zatlar şu malûmatı vermişlerdi:

(Gazi M. Kemal, Kur’an-ı Kerim’i bazı islâmlık aleyhtarı züppelere tercüme ettirmek arzusundadır. Sonra da Kur’an’ın arapça okunmasını namazda dahi men ederek bu tercümeyi okutacak. O züppelerle de işi alaya boğarak aklınca Kur’ân’ı da islâmlığı da kaldıracaktır. Etrafında böyle bir muhit kendisini bu tehlikeli yola sürüklüyor.) Bazı yeni simalardan da bahş ettikleri gibi bu akşam da bu fikre mumaşaat eden (beraber olan) bazı kimseler görünce bu tehlikeli yolu önlemek için M. Kemal Paşa’ya şöyle cevap verdim:

— Devlet reisi sıfatıyla din işlerini kurcalamaklığınız içerde ve dışarıdaki tesirleri çok zararımıza olur. İşi alâkadar makamlara bırakmalı. Fakat, rastgele, şunun bunun içinden çıkabileceği basit bir iş olmadığı gibi kötü politika zihniyetinin de işe karışabileceği göz önünde tutularak içlerinde arapçaya ve dinî bilgilere de hakkıyla vakıf değerli şahsiyetlerin de bulunacağı yüksek ilim adamlarımızdan mürekkep bir heyet toplanmalı ve bunların kararına göre tefsir mi? Tercüme mi yapmak muvafıktır? Ona göre bunları harekete geçirmelidir.

M. Kemal: Din adamlarına ne lüzum var? Dinlerin tarihi malûmdur. Doğrudan doğruya tercüme ettirmeli… gibi bazı hoşa giden bir fikir ortaya atılınca buna karşı şöyle konuştum:

— Müstemlekeleri (sömürgeleri) islâm halkıyla dolu olan bu milletler kendi siyasî çıkarlarına göre Kur’ân’ı dillerine tercüme ettirmişlerdir. İslam dinine ve arap diline hakkıyla vakıf kimselerin bulunamayacağı herhangi bir heyet bu tercümeyi, meselâ Fransızcadan da yapabilir. Fakat bence burada Maarif (Öğretim ve eğitim) programımızı tesbit etmek için toplanmış bulunan bu yüksek heyetten vicdanî olan din bahsinden değil ilim
cephesinden istifade hayırlı olur. Kur’an’ın yapılmış tefsirleri var, lazımsa yenisini de yaparlar. Devlet otoritesini bu yolda yıpratmaktansa millî kalkınmaya hasr etmek daha hayırlı olur.
M. Kemal Paşa, beyanatıma karşı hiddetle bütün zamirlerini (içyüzünü) ortaya attı:

— M. Kemal: Evet Karabekir, arap oğlunun (haşa Peygamberimizin) yavelerini (saçmalıklarını / yalanlarını) Türk oğullarına öğretmek için Kur’ân’ı Türkçeye tercüme ettireceğim. Ve böylece de okutacağım. Ta ki budalalık edip de aldanmakta devam etmesinler…

İşin bir Heyet-i İlmiye huzurunda berbat bir şekle döndüğünü gören Hamdullah Suphi ve Ruşen Eşref:

— Paşam, çay hazır, herkes sofrada sizi bekliyor.. diyerek bahsi kapattılar.

Bizler de hususi masadan kalkarak sofraya oturduk ve yedik içtik. Fakat Heyet-i İlmiye’nin bütün azaları müteessir (üzüntülü) görünüyordu. Şüphe yok ki, yakın günlere kadar Kur’ân’ı ve Peygamber’i her yerde medh-ü sena eden ve hatta hutbe okuyan bir insandan bu sözleri beklemek herkese eza (incinme duygusu)
veriyordu.

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
6 Yorum