Subaylar Said Nursi'ye esas duruşta
Hafız Ali Mülayim’in subayların Bediüzzaman Said Nursi’ye esas duruşa geçtiği hatırası
“Ağabeyler Anlatıyor” kitaplarının yazarı Ömer Özcan, Hafız Ali Mülayim’in subayların Bediüzzaman Said Nursi’ye esas duruşa geçmesi hatırasını RisaleHaber okuyucularıyla paylaştı.
Hafız Ali Mülayim
Hâfız Ali Mülâyim, 1935 Siirt doğumludur. Kendisi Hâfız-ı Kur’an’dır. Kırk iki sene müddetle memleketin muhtelif yerlerinde imamlık yapmıştır. Son görev yeri, Diyarbakır Ulu Cami İmamlığıdır. 2003’de bu tarihî camiden emekli olmuştur. Sadece Anadolu’nun değil, bütün dünyanın, 639’dan beri en eski camilerinden birisidir Diyarbakır Ulu Cami.
Hâfız Ali Ağabeyimiz halen Diyarbakır’da ikamet etmektedir. Ve hayatını ve mesaisini Risale-i Nur hizmetlerine vakfederek, ‘10 Numara’da imana ve Kur’an’a hizmet etmektedir. Muhrik sesiyle, heyecan verici bir üslupla Kur’an’ı tilavet eder. Çünkü Hâfız Ali Ağabeyimiz Bilal-i Habeşî Hazretlerinin torunlarındandır. Sesi de bunu teyit etmektedir. Hâfız Ali ağabeyin aslı Şam’a dayanmaktadır. Ataları 150 sene evvel Şam’dan Siirt’e hicret etmişler...
1958’de mana âleminde gördüğü Said Nursi Hazretlerinin ihtarlarıyla âlemi değişir… Aynı tarihte Isparta Şehrine askerliğe gider. 3. Eğitim Tugayında takım çavuşu olur. Burada, bilmeyerek, bugünkü tabirle traji-komik bir hadise yaşar: Arazide tatbikat halindeki askerî bir Alay’a, “Dikkat!” komutu vererek, oradan otomobiliyle geçmekte olan Bediüzzaman Said Nursi Hazretlerine selam durdurur. Koskoca bir askeri alay Bediüzzaman’a selam durmuştur. Hadise bu kadarla da kalmaz… Komik fakat ibretli bir hadise daha yaşar…
Hatıralarını kendisinden çok defa dinlediğimiz halde; kayıt etme işi 21.01.2007 tarihinde Medine Medrese-i Nuriyesinde nasip oldu. Resulullah’ın komşuluğunda…
Hâfız Ali Ağabey 2007 itibariyle bu hâdiseleri 49 sene önce yaşamış. Şimdi bunları tatlı şivesiyle; gülerek ve güldürüp düşündürerek anlatıyor. Allah kendisine uzun ömürler versin. Âmin. (Nüfus kağıdında doğum tarihi 1937 yazmaktadır)
Hatıralarının neşrine, “ben öldükten sonra…” diyerek izin vermek istemedi. Biraz da ısrarlı davranarak, kendisinin hayatta iken, daha teyitli ve sağlam olacağını izah ettim. “O zaman kardeşlerle meşveret et. Onlar ne derse onu yap” dedi. Elbette ki sözümüzde durduk. Kime sorduysam “aman okuyalım…” dediler.
HÂFIZ ALİ MÜLAYİM ANLATIYOR
Said Nursi mana âleminde dört kere bana ihtar için geldi
1954’den 58’e kadar Van’dan Urfa’ya kadar bütün telefon direkleri benim elimden geçti. NATO’ya bağlı şirkette çalışıyordum. Bu dört sene zarfında Van, Bitlis, Siirt, Muş, Diyarbakır’a kadar bütün elektrik direkleri elimden geçmiştir. Tabi çok ağır bir işti. İşi Almanlar vermişti. Bir zaman sonra iş bitti. Biz işin ciddiyetine vakıf olunca; Almanlar; “illa gel seni Almanya’ya götürelim” dediler. Ben de “gelirim” dedim.
İstanbul’a gittik. Sene 1958. Sirkecide bir otele yerleştik. İstanbul üzerinden Almanya’ya gideceğiz. Birinci gece Oteldeyim. Mana aleminde bir zat geldi: “Sen Hâfız-ı Kur’an’sın bu işleri bırak” dedi. İkinci gece yine aynı zat: “Ben sana söylemedim mi? Sen hâfız-ı Kur’an’sın bu işlerden vazgeç. Git kendi işini yap” dedi. “Allah!.. Allah!.. nedir bu iş…” diyordum kendi kendime. Üçüncü gece yine aynı zat...
Üçüncü gün pasaportum yapılmış, dördüncü gün de artık Almanya’ya gideceğim. Arkadaşlarla işleri hallettik. Otelime geldim, pijamamı giydim, yatağıma girdim ve ışığı söndürdüm. Beş dakika geçmedi pencere açıldı, bir zat girdi, bir ses geldi. Âmirane bağırarak dedi: “Hâfız Ali kalk bakayım! Üç defadır beni buraya getiriyorsun. Ben sana demedim mi, bu işlerden vazgeç. Sen hem hafız-ı Kur’an’sın, hem de bu işlerde çalışıyorsun. Sen Almanya’ya gitmeyeceksin. Kalkacaksın gideceksin Bitlis’e. Benim ismim Said Nursi.” Böyle deyince: “Allah!.. Allah!.. kimdir bu zat?” dedim. Ellerimi kucaklar gibi uzattım, ellerim boşta kaldı. Kalktım ışığı yaktım. Baktım odada kimse yok. Pencereye baktım, kapalı. “Allah!.. Allah!.. Bu kimse, mutlaka büyük bir zattır” dedim. Ne yapayım diye düşünmeye başladım. Yarın da Almanya’ya gideceğim. Kendi kendime dedim: “Para da, pul da, makam da orada; ama ben bu işlerden vazgeçeceğim.”
Sabah oldu, kalktım, doğru Beyoğlu’na gittim. Şirketim oradaydı. 4. Bölge Başmüdürlüğü. Kapıyı çaldım girdim içeriye. “Buyur?” dediler. “Efendim pasaportumu alın, size mübarek olsun, ben gelmeyeceğim” dedim. “Yahu ne oldu?..” dediler. “Ben gelmeyeceğim buyrun pasaportu” dedim, bıraktım çıktım.
Sonra bir arabaya bindim doğru Bitlis’e geldim. Allah rahmet etsin benim bir hacı ağabeyim vardı. Hem alim, hem de hâfız-ı Kur’andı, Gökmeydan Camisinde imamdı. Beni görünce: “Hâfız Efendi hoş gelmişsin” dedi. Anlattım kendisine: “Böyle.. böyle.. Said Nursi diye bir zat gördüm.. kimdir?..” diye sordum. Oturmuş bir taraftan çay içiyoruz. Dedi: “Bediüzzaman Said Nursi çok büyük bir zattır, âlimdir.. Isparta’da kalıyor..” diye konuşurken, birden kapıdan iki kişi girdi. Birisi sağ kolumu, diğeri sol kolumu tuttu. “Kalk bakayım!” dediler. “Siz kimsiniz?” dedim. “Fazla konuşma karakolda belli olur” dediler. Beni götürdüler karakola. Meğer askerlik 55 gün geçiyormuş. Askeri kaçak, devre kaybı, askerî firar… diye tuttular beni. Oradan hemen telefon ettiler, askerlik şubesine. İki tane askerî inzibat geldi, ellerimi bağladılar, beni götürdüler askerlik şubesine. Baktılar 55 gün geçiyormuş. Dediler: “Askerlikten mi kaçıyorsun?” “Askerlikten kaçmam” dedim. “Bunu hemen gönderelim askere” dediler. Sordular albaya: “Bunu nereye gönderelim?” “Bunu cezalı olarak, Isparta 3. Eğitim Tugayına, oraya gönderelim.” dedi. “Bu işin altından kalkamayacağız…” dedim içimden.
Üstadı evinde göremedim, fakat…
Neyse hazırlıklar, askere sevk evrakları tamamlandı. Beni Bitlis’ten Diyarbakır’a kadar götürdüler. Sonra bizi bindirdiler kömürlü bir kara trene. Hayvan bile barınmayan bir vagona koydular. Yolda Konya’da, Afyon’da… inenler oldu. En sonunda indik aşağıya, Isparta’ya. Ama kömürden yüzümüz simsiyah olmuş. Mimar Sinan Camisinin karşısında Güvenç Oteli vardı. Kapıyı çaldık, girdik içeriye. Otelci beni görünce: “Ulan sen hangi mağaradan gelmişsin?” dedi. Ben dedim: “Mağaradan falan gelmedim. O kömürlü trenden oldu…” Neyse bir oda verdi, temizlendik.
Sabahleyin kalktım. Ya Allah, doğru Üstadın evine… Uzaktan baktım. Kapının önünde bir polis duruyor. Biraz bekledim. Polis bir o başa, bir bu başa gidiyor, fakat gelip yine kapının önünde duruyor. Dedim: “Allah.. Allah.. herhalde burası karakoldur?” Biraz daha bekledim, fakat karakoldan giren çıkan yok… Dedim: “Burası karakol değil, herhalde Üstadın evidir, makamıdır.” Ben de, bir o başa, bir bu başa gidip geldim. Baktım birisi geldi yanıma. Dedi: “Sen kimsin?” Dedim: “İnsanım.” “Öyle demek istemedim, nerden geliyorsun?” “Bitlis’ten geliyorum, burada Bediüzzaman varmış, elini öpeceğim, gideceğim” dedim. Dedi: “Burada değil.” “Nerdedir?” “Barla’dadır.” “Barla nedir?” Dedi: “Sen benimle alay mı ediyorsun?” “Valla Barla nedir bilmiyorum” dedim. Dedi: “Bir köydür, Üstad oraya gitti.” Artık, yalan doğru bilmiyorum tabi.
Sonra döndüm yola doğru, dönüyorum geriye. Baktım üç kişi beni takip ediyor. Sokağı değiştirdim, yine takip ediyorlar. Hemen Ulu Camiye gittim. Orada öğle namazımı kıldım. Baktım yine beni takip ediyor. Hemen geldim otele. Otelciye olanları anlattım. Dedi: “Seni yakalamadılar mı?” “Yok” dedim. “Valla iyi, gelenleri karakola götürüyorlar dövüyorlar, dayak atıyorlar…” dedi. Dedim: “Bu zattan korkuyorlar mı?” Dedi: “Valla bu zattan hükümet erbabı korkuyor.” “Nasıl korkuyorlar? Bu zatın askeri, ordusu, topu, tüfeği var mıdır?” Dedi: “Yok. Fakat imanı o kadar kuvvetlidir ki; bütün hükümet erkanı ondan korkuyorlar.” Birinci gün üstadı görmek nasip olmamıştı.
İkinci gün abdestimi aldım, ya Allah tekrar Üstadın evine. Baktım polisler uzakta. Ben de “Bismillahirrahmanirrahim” dedim, kapıyı çaldım. İkinci sefer kapıyı çalmadan kapı açıldı. Açan şöyle yüzüme baktı, dedi: “Hafız Ali sen misin?” “Benim kurban. Hele ver şu mübarek elini öpeyim” dedim ve eğildim eline doğru. Elini çekti, dedi: “Benim adım Ceylan.” “Eyvah, Allah müstehakını versin” dedim. (Hâfız Ali Ağabey baştan beri mizahi bir üslupla hatıraları anlattığı için kendisi de gülüyor, bizi de güldürüyordu.) O da gençti tabi o zaman. Ben ağlamaya başladım. “Ağlama” dedi. Kalktı boynuma sarıldı, başımdan öptü. Allah rahmet etsin. “Ağlama, Üstad bana dedi ki: “Sen kapıda dur. Hâfız Ali gelecek. Benim selamımı söyle kendisine, onu talebeliğe kabul etmişim. Doğru gitsin kıtasına teslim olsun, durmasın. Buraya da bir daha uğramasın” dedi Üstad.
Bediüzzaman için “Esas duruş! Hizaya geel! Selam duuur!”
Üstadı daha hiç görememiştim. Ama Üstad böyle deyince ben gittim teslim oldum kıtama. Bölükte onbaşı, sonra çavuş olduk. Bir gün Isparta Merkeze bağlı Eğirdir yolu üzerinde bulunan Ali Köyü tarafındaki atış talimine gittik. Atış yapıldı, öğlen oldu. Herkes istirahatta. Bazıları yemeğini yiyor, kimisi oturuyor, kimisi uzanıyor… alay serbest vaziyette yani. Benim de yanımda tabancamla bir de ibrik var. O zaman böyle asfalt yollar yoktu, yollar topraktı. Bir baktım ki: Eğirdir gölü tarafından gelen yolda bir taksi. Toz kaldırarak geliyor. Tekrar baktım, içimden “Tugay komutanının taksisi geliyor” dedim. Şimdi buradan geçecek; bakacak subaylar yatıyor, herkes dağınık vaziyette… Ceza alacağız. Komutanım yanımda yatıyordu. Eline vurdum uyandırdım. “Ne var Mülayim Çavuş?” dedi. Dedim: “Komutanım bak, gelen taksi Tümen Komutanının taksisi değil mi?” “Baktı.. baktı.. valla odur” dedi. Hemen düdük çaldı. Herkes kuşandı. Subaylar, astsubaylar, takımlar, mangalar… herkes bütün alay hazırlandı.
(Bediüzzaman Hazretlerinin 1953 model Chevrolet marka otomobili. 1958’de Isparta’da bu otomobilden aynı model ve aynı renkte iki tane vardı. Birisi Said Nursi’nin, diğeri Tugay Komutanının.)
Taksi Alay’a yaklaşınca, ben: “Esas duruş! Hizaya geel! Selam duuur!” diye bağırdım. Herkes esas duruşa geçti ve selam durdu. Taksi geldi.. geldi.. Birinci takım çavuşu olarak ben de böyle selam durmuşum. Hafifçe eğildim, baktım taksinin içine. Allah! Allah!; Allah! Allah!; Cüppeli, sarıklı birisi ellerini iki yana sallayarak selam veriyor bize. “Allah!. Allah!. Nasıl olur bu? Osmanlı devletinden böyle bir paşa kalsın hala? Allah!. Allah!. Askerlikte böyle bir şey de söylemediler ki bize” dedim içimden.
Taksi şöyle biraz gitti gitmedi... Komutan bağırdı: “Ulan bu işi kim ayarladı?” “Mülayim Çavuş!” dediler. Ben sandım benimle kafa buluyorlar. Bir de baktım ki bir tokat, bir daha, bir daha… ama öyle bir dayak yemişim ki; anamdan babamdan yememişim böyle bir dayak. Sabaha kadar uyuyamadım ağrıdan. Sabah namazını bile kılamadım, iyi hatırlıyorum.
1958 tarihinde Isparta’da biri birinin aynısı iki tane Chevrolet taksi vardı. İkisi de aynı renkti. Birisi Üstadındı, diğeri Tugay Komutanı Paşanındı.
Binbaşı beni vuracak sandım. Halbuki…
Vücudumdaki dayak ağrılarından sabaha kadar uyuyamamıştım. Sabah oldu. Subaylar, astsubaylar herkes içtimaa gitmiş. Ben kalkayım dedim, kalkamadım ağrıdan. Birden iki tane çavuş girdi içeriye, battaniyeyi hızla aldılar savurdular üstümden. “Kalk bakalım. Herkes içtimada sen burada yatıyorsun” diye bağırdılar. “Valla her tarafım ağrıyor…” dedim. “Fazla konuşma, çabuk gel bir binbaşı seni çağırıyor” dediler. “Eyvah! Herhalde dayak az geldi.. ikinci bir dayak daha yiyeceğim” dedim. Kalktım. O zamanlar tenekeden uzun barakalar vardı. Bana: “Barakada bir binbaşı seni bekliyor” dediler. Kapıyı çaldım. “Gir içeriye” dedi. Girdim. Baktım binbaşı barakanın en sonunda. Elinde bıçak var, bir ağacı yontuyor. Ağaç bir elinde, bıçak diğer elinde. “Bu bıçak ne?.. bu sopa ne?” dedim içimden. “Mülayim Çavuş gel buraya!” dedi. “Geleyim komutanım” dedim. Biraz gittim, uzakta durdum, bakalım ne olacaktı? “Oğlum gelsene” dedi. “Niye gideyim?” diye düşündüm, gitmedim. “Oğlum gelsene buraya” dedi. Ayağa kalktı, bana doğru gelmeye başladı. “Korktun mu?” dedi. Hemen esas duruşa geçip, selam durdum. Bana doğru geliyor, sonra bana doğru koştu. Baktım bana sarılacak, ama bıçak ta elinde, kucaklamak üzere. Fakat ben aniden geri çekilince kapaklandı, yere düştü. Ben kaçmaya başladım. “Mülayim Çavuş gel buraya!” diye arkamdan bağırmaya başladı. Mülayim Çavuş kalır mı artık hiç. Sanki kulaklarım yoktu, yok olmuştu. Hiç duymadım.. taa nizamiyenin kapısına kadar koştum. Çavuş dedi: “Ne oldu Mülayim Çavuş, nedir bu halin?” Dedim: “Valla beni vuracak… bir yer göster.” “Hemen bodruma aşağıya in” dedi. Bodruma indim. Su gibi ter akıyordu üstümden. Elbiselerim vücuduma yapışmıştı terden. “Lâ havle ve lâ kuvvete.. nedir bu hal?” dedim. Öğleye kadar kaldım orada korkudan.
Öğlen oldu, herkes yemeğe gitmiş. Çavuş: “Gel kimse yok” dedi. Karavanadan yemek geldi. Yemek yiyeceğim tam, bir kaşık aldım.. Hüseyin isminde bir çavuş vardı, dedi: “Mülayim Çavuş binbaşı senin arkanda..” Ben şaka yapıyor diye düşündüm. Bir kaşık daha aldım. Yine: “Mülayim Çavuş binbaşı senin arkanda duruyor” dedi. Arkama baktım; hakikaten arkamda duruyor. “Mülayim Çavuş yemeğini ye!” dedi. Dedim “Tok olmuşum.” “Tok olmuşsan kalk o zaman” dedi. Kalktık beraber bir odaya girdik. Kapıyı içerden sürgüledi. Kapıyı sürgüleyince: “Eşhedü en lâ İlâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resulüllah..” dedim.
Binbaşı yüzüme baktı baktı gözlerinden yaşlar geliyordu… Eliyle yüzünü sildi.. Ben kendi kendime: “Valla bu dayak işine benzemiyor” dedim. “Mülayim Çavuş ben senin ayaklarını öpeceğim” dedi. Ben: “Artık bu iyice kafayı buluyor. O kim, ben kim, ayak öpmek ne?” dedim. “Yok ayak öpmek günahtır” dedim. Dedi: “Yok, valla senin ayaklarını öpeceğim ben” dedi. “Vallahi ayak öpmek günahtır” dedim. “Yok öpeceğim” dedi. Ben de: “Elimi uzattım; elimi öp madem, hâfız olduğum için günah olmaz inşallah” dedim. Hakikaten elimi öptü.. ben de onun elini öptüm. Boynuma sarıldı.. Ama nasıl şefkatle beni okşuyordu. Yüzüme baktı: “Mülayim Çavuş! Dün o taksinin içinden geçen komutanı tanıdın mı sen?” dedi. Dedim: “Komutanım o dayakları ben yedim. Onun için sana bir şey söylemeyeceğim.” O zaman aynen şöyle söyledi: “O Komutan! Büyük komutan Bediüzzaman Said Nursi’dir.” O binbaşı bizim bölükte değildi. O duymuş bu hadiseyi. Beni tebrik için gelmiş. Daha sonra tayin oldu. O zaman ben Nurcu olmadığım için tabi tam bilmiyordum.
Ben bu olayı bilerek yapmadım, yaptırıldı. Fakat hayatta bir daha yapılmaz. Helal olsun...
Daha sonraları Üstadı taksiyle geçerken görüyorduk. Bir keresinde koştum elini öptüm. Başımı şöyle okşadı, sonra; “git” diye eliyle işaret etti.