​Şüphesiz lütuf, Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir!

​Şüphesiz lütuf, Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir!

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Âl-i İmrân Sûresi 72-76. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

72- Ehl-i kitaptan bir tâife de şöyle dedi: “Îmân edenlere indirilmiş olan (Kur’ân’)a günün evvelinde (sabahleyin yalandan) îmân edin, sonunda (akşam üstü) de inkâr edin; umulur ki (dinlerinden) dönerler.”(1)

73- Fakat dîninize tâbi‘ olandan başkasına inanmayın!” (dediler). (Ey Resûlüm!) De ki: “Şüphesiz hidâyet, Allah’ın hidâyetidir. Size verilenin benzeri, (başka) birine (de) veriliyor veya (kıyâmet günü) Rabbinizin huzûrunda (mü’minler) size karşı delil getirecekler (de galip gelecekler) diye mi (böyle söylüyorsunuz)?” De ki: “Şüphesiz lütuf, Allah’ın elindedir. Onu dilediğine verir!” Allah ise, Vâsi‘ (lütfu geniş olan)dır, Alîm (hakkıyla bilen)dir.

74- Rahmetini dilediğine tahsîs eder. Çünki Allah, pek büyük ihsan sâhibidir.

75- Ehl-i kitapdan öylesi de vardır ki, ona yığınla (altın) emânet etsen, onu sana iâde eder. Onlardan öylesi de vardır ki, ona bir dinar (bir altın) emânet etsen, tepesine dikilip durmazsan, onu sana iâde etmez. Bu, şüphesiz onların: “Ümmîler (ehl-i kitap olmayanlara yaptığımız haksızlıklar) hakkında üzerimize bir yol (bir vebâl) yoktur!” demeleri sebebiyledir. Ve onlar (hakikati) biliyor oldukları hâlde, Allah’a karşı yalan söylüyorlar.

76-Hayır! Kim sözünü yerine getirir ve (günahlardan) sakınırsa, hiç şüphesiz ki Allah, takvâ sâhiblerini sever.

---
(1)“Küfürde hem adem (yok sayma) ve terk vardır ki, pek kolaydır, hareket istemez. Hem tahrib (bozmak) var ki, çok sehildir ve âsândır (kolaydır); az bir hareket yeter. Hem tecâvüz (haddini aşma) var ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe (korkutma) noktasından ve fir‘avniyet cihetinden onlara bir makam kazandırır. Hem âkıbeti görmeyen ve hazır zevke mübtelâ (tutkun) olan insandaki nebâtî ve hayvânî kuvvelerin (hislerin) tatmîni ve telezzüzü (lezzet alması) hürriyeti vardır ki, akıl ve kalb gibi letâif-i insâniyeyi insâniyetkârâne ve âkıbet-endişâne olan (gelecek endişesi taşıyan) vazîfelerinden vazgeçiriyorlar. 

Ehl-i hidâyet ve başta ehl-i nübüvvet (peygamberler) ve başta Habîb-i Rabbü’l-Âlemîn (âlemlerin Rabbinin sevdiği zât) olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın meslek-i kudsîsinde, hem vücûdî (varlığa dâir), hem sübûtî (sâbit şeylere dâir), hem ta‘mir (düzeltmek), hem hareket, hem hududda istikāmet (sınırları aşmamak), hem âkıbeti düşünmek, hem ubûdiyet (kulluk), hem nefs-i emmârenin fir‘avniyetini ve serbestliğini kırmak gibi esâsât-ı mühimme (mühim esâslar) bulunduğundandır ki, Medîne-i Münevvere’de bulunan o zamânın münâfıkları, o parlak güneşe karşı yarasa kuşu gibi gözlerini yumup, o câzibe-i uzmâya (çok büyük çekiciliğe) karşı şeytânî bir kuvve-i dâfiaya (itici hislere) kapılıp, dalâlette (sapıklıkta) kalmışlar.” (Lem‘alar, 13. Lem‘a, 82)