Takva, dikenli yolda dikkatli yürümektir
Şekercihan YouTube kanalındaki “Bir Bayramdır Ramazan” programının yirmiikinci gün sohbeti “Kur’an’da Takva ve Fısk” başlığı altında Medeniyet Üniversitesi İşletme Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Mehmet Lütfi Arslan ile gerçekleşti
Haber: Mehmet Kaplan
Arslan, “Takva da, fısk da İslam’ın kelimeleri. Yani İslam’da yeniden anlam bulmuşlar. Bunların Arap dilinde ya da Cahiliyede çok farklı anlamları da söz konusu olabilir, hepsinin muhakkak etimolojik bir bağlamı da vardır. Fakat bunları Kur’an’ın yeniden inşa ettiği, yeni anlam dünyası içerisinde değerlendirilmesi gereken kelimeler olarak değerlendiriyorum” diyerek başladığı sohbetini şu açıklamalarla sürdürdü:
DİKENLİ YOLDA DİKKATLE YÜRÜMEK TAKVADIR
“Takva Cahiliyede kişinin tehlikeli gördüğü bir şeyle arasına engel koymak şeklinde izah edilmiştir. Mesela zırh veya kalkan, yani oklara karşı önünüze bir kalkan koyduğunuz zaman takvalı davranmış oluyorsunuz. Ulema da buradan yola çıkarak, hem de Kur’an’ın bağlamı içerisinde, Cenab-ı Hak’a itaat ederek azabından sakınmak olarak bunu anlamış ve ibadeti böyle bir kalkan olarak görmüşler.
‘Takva nedir?’ diye soruyor Hz. Ömer ensardan Übey b. Ka’b’a. O da: ‘Sen hiç dikenli bir yolda yürüdün mü?’ der. Hz. Ömer ‘Yürüdüm’ deyince, ‘Peki ne yaptın o zaman?’ diyor. ‘Aman bir yerime diken batmasın diye paçalarımı sıvadım, dikkatli yürümeye gayret ettim’ diyor Hz. Ömer. Übey b. Ka’b da ‘Takva işte budur’ diyor. Bugün biz o dikenli yolu, mayınlı bir yol olarak da yorumlayabilir, güncelleyebiliriz. Mayınlı yolda yürüyen insanın gerçekten emniyette olmayacağını herkes bilir, çünkü bastığınız yer ölümünüz olabilir. Hakikaten bu dünya hayatının sevdiklerimiz, sevmediklerimiz, yaşantımız, davranışlarımız ve beraber olduklarımız ile bütün safahatımız böyle bir mayınlı yolda yürümek gibi görünmesi gereken bir mahiyeti var. Çünkü düşmanlarımız var. En evvela içimizde karanlık bir taraf var ve bizi heva ve hevesimizin götürdüğü yere götürmek istiyor. Diğer taraftan ona yardımcı olan şeytan ve avenesi var. Böyle bir ortam içerisinde bizim ayağımızı kaydırmak ve en başta sizin de ifade ettiğiniz gibi: ‘Bu dünyaya neden gönderildik, hakkımızdaki murad nedir?’ diye ifade edilen esas gayeden bizi uzaklaştırmak isteyenler var. İşte tam da burada takva bu hassasiyeti vikâye, yani korunma meselesi, günahlardan, Allah’ın rızasına aykırı işlerden korunma hissini sürekli olarak göz önünde tutmak meselesi. Bunu takvanın zengin anlamıyla buluşturduğumuzda, yani Cenab-ı Hakka karşı mesuliyet duygumuzu, sorumluluk duygumuzu, ne yapmamız gerektiğini ve o muradı bulmamız gerektiğine dair bilinci sürekli tutmak ve bununla ilgili bir hassasiyeti hayat tarzı haline getirmek olarak anlıyorum takvayı.”
TAKVA KORKMAK DEĞİL, KORUNMAKTIR
Metin Karabaşoğlu: “Takva ile ilgili harikulade bir izah oldu Lütfi Hocam, Allah razı olsun. Hakikaten takva kelimesini, meallerde de görüyoruz, korku diye, Allah’tan korkmak diye çevriliyor. Bu, kelimedeki anlam zenginliğini çok yansıtmıyor. Halbuki Kur’an’da korkmak sözkonusu olduğunda Allah’tan korkmak manasına gelen ‘havf’ da var, ‘haşyet’ de var. Evet takva kavramının içinde Allah’tan korkmak manası da var, ama takvayı ‘Allah korkusu’ diye çevirmek yetmiyor. Sorumluluk bilinci diye de ekleniyor, ama bu da tek başına yetmiyor kanaatimce. Takva deyince korkmak değil de korunmak, Allah’ın rızasına aykırı işlerle aramıza sınır çizmek, Allah’ın koyduğu ölçüleri korumak kaldı benim zihnimde.”
Mehmet Lütfi Arslan: “Kur’an-ı Kerim’de takvanın neredeyse üçyüz defa geçen bir bağlamı var. Çok farklı bağlamlarda kullanılmış. Fakat Müddessir sûresinin son ayeti olan 56. ayette çok ilginç bir kullanımını gördüm doğrusu. Cenab-ı Hak için ‘ehl-i takva’ ifadesi kullanılıyor bu ayette. Allah’ın mağfiret ehli olduğunun yanında, takva ehli olduğundan bahsediliyor. Ehil kelimesi taraftar demek olduğu gibi, ehil, ehliyet yani o işi en iyi o biliyor anlamında da kullanılır. Bizim bunu şöyle anlamamız lazım o zaman: Allahu Teala’ya takvayı izafe etmek ne demek? Takva neyse onu öğreten, eğiten ve ehli olan Allah’tır. Yani biz takvayı da O’ndan öğreniyoruz. Müttaki ifadesi takva sahibi müminleri ifade eder, ehl-i takva dediğimiz zaman sakındıran ve takvanın mümkün olmasını sağlayan bütün ortamı hazırlayan da Rabbimiz. Sorumluluk duygusunun yanında bunları da ekleyerek anlamları zenginleştirmemiz lazım.”
TAKVA VARLIKLAR HİYERARŞİSİ İÇERİSİNDEKİ YERİMİZİ BİLMENİN MESLEĞİ
Mehmet Kaplan şöyle bir soru sordu: “Bir söyleşinizde ‘En büyük sorun varlık hiyerarşisi içerisinde yerini bilmemektir’ diye bir ifade kullanıyorsunuz. Takva ile varlık hiyerarşisi içerisinde yerimizi bilmek arasında nasıl bir bağ kurabiliriz?”
Mehmet Lütfi Arslan: “Takva varlıklar hiyerarşisi içerisindeki yerimizi bilmenin mesleğidir. Bu noktada Allah’a uluhiyetini, peygambere peygamberliğini, insana da takva ile fücurun ilham edildiği yaratılışı layık görmektir. İnsanı insan olarak, Allah’ı Allah olarak, Peygamberi Peygamber olarak tarif ettiğiniz andan itibaren, o hiyerarşide herkesi yerine oturtmuş oluyoruz. Takva sadece Allah’ın gazabından onun korumasına sığınmak değil, aynı zamanda bu dünyanın niye yaratıldığının ve kendisinin bu varlıklar hiyerarşisi içerisinde yerinin ne olduğunu hayat boyu farkında olmaktır.
Takva aynı zamanda kalple de ilgili bir kavram. İnsana kalbine takvayı da, fücuru da Allah’ın ilham ettiğini de düşündüğümüz zaman (bkz. Şems sûresi) aslında bizim fabrika ayarımızda müttaki olmak kalbimizin bir sanatı, bir mesleği olabilir; ama bunun fücurla beraber olduğunu düşündüğümüz zaman ortada bir kavga da olduğunu anlıyoruz. Mevlana’nın dediği gibi, içimizde bir Firavun var, bir de Musa var, sürekli mücadele ediyorlar. Hatta sufilerin ilginç yorumları var. Cenab-ı Hak ayette ‘fe elhemehâ fucûrahâ ve takvâhâ’ demiş, yani önce fücuru ilham etti, sonra takvayı ilham etti, dolayısıyla fücur önce gelmiş, önce bir yerleşmiş kalbe, sonra takva gelince ‘bir dakika, ben buranın sahibiyim, sen nereden geldin’ diye aralarında mücadele olmuş diye hep anlatılır. Varlıklar hiyerarşisi içerisindeki yerimizi bilmenin yolu aslında takvamızı kalbimize öğretmekten ve ilham etmekten geçiyor. Bu bir çaba gerektiriyor. Müşahhas örneği Efendimiz aleyhissalâtu vesselam gibi yaşar, onun sünnetini hayat tarzı haline getirirsek takva koruması altına girebiliriz.
İNSAN YA TAKVA ÜZERE YA DA FISK ÜZERE OLUYOR
Fısk kavramına bakarsak, fücur ve fısk takvanın karşıtı olmuş. Kur’an-ı Kerim’de karşıt kavram olarak tarif edilmişler. Fısk olarak anlayabileceğimiz hak yoldan ayrılma, Allah’ın emirlerine itaatsizlik etme durumu, yani takvanın karşıtı bir anlam olarak fısk ilginç bir mahiyete sahiptir. Fısk için Cahiliye Arapları taze hurmanın kabuğunu yarıp dışarı çıkarması, belli bir sınırı aşması anlamında kullanmışlar. Kur’an-ı Kerim’de Yahudiler için, müşrikler için, münafıklar için, hatta Müslümanlar için de fısk kelimesi kullanılıyor. Burada büyük günahların işlenmesinin, dinin emir ve yasaklarına aykırı davranılmasının kastedildiği görülüyor. Kelamî tartışmalar var: ‘Fısk ehli Müslüman olur mu? Müslümandan fısk ehli olur mu?’ diye. Ama Ehl-i Sünnet genellikle haktan sapan, Allah’ın emirlerine itaatten ayrılan asi mümin veya kâfir diye bunu tarif etmişler. Fıskta bir muhalefet var. Muhalefet kâfir için söz konusu olduğunda mutlak fâsık, mümin için söz konusu olduğunda mümin fâsık diye bir tarifini yapmışlar.
İnsan bu iki halden biri üzere bulunuyor; ya takva üzere oluyor ya da fısk üzere oluyor. Otobanda çok hız yapmış bir aracın direksiyonunu küçük hareketlerle yönlendirirsiniz. Onun gibi, hayatın dağdağası, keşmekeşi ve hızı karşısında bizler ne halde olduğumuzu kestiremeyebiliyoruz. Bunun için insanın sürekli bir muhasebe iklimi içerisinde yaşaması, amel-i salih konusundaki gayretini arttırması gerekiyor. Çünkü Kur’an-ı Kerim’e göre baki kalan amel-i salihlerdir. Hayatın her safhasında amel-i salih mi yoksa amel-i fısk mı işlediğimize dair daima teyakkuz halinde olunmalıdır diye düşünüyorum doğrusu.”
FISK SINIRLARI AŞMAKLA İLGİLİDİR
Metin Karabaşoğlu: “Fıskın anlamı noktasında şöyle bir şey düşünüyorum, ki genelde fıskı kavramakta zorlanıyoruz. Sizce de muvafık mıdır diye soracağım. Misal, evde bir kapı kolu olur, vidası gevşemiştir, tornavidayla sıkarız tekrar. Bir-iki gevşeme ve sıkma sonucunda ‘yahu bu artık yerinde durmayacak, iyice yalama oldu’ deriz. Fıskı da böyle bir karakter aşınması, ilke ve ölçülerin kişide sabitkadem durmaması olarak bir vida yuvasının aşınmasına benzetiyorum, sizce muvafık mıdır?”
Mehmet Lütfi Arslan: “Söylemiş olduğunuz mananın, fıskın kelime manası içerisindeki sınırı aşmakla irtibatının kurulabileceğini düşünüyorum. Yani haddi aşmak, sınırı aşmak bir şekilde. Tam da varlıklar hiyerarşisi içerisinde bize sunulan o sınırlar içerisinde bir hayatı yaşamanın bir noktada ifa edilememesi. Hududullah diye bir kavram var malum, Allah’ın hududu, hatta onu meraya benzetiyor Cenab-ı Peygamber. Allah’ın bir sınırı vardır, orayı ihlal etmeyin diye. Yani işte takva belki o hududu muhafaza etmek, fısk ise zaman zaman o sınırdan dışarıya çıkmak. Sizin de ifade ettiğiniz gibi aslında kendinden beklenen işlevi yerine getirememek, bunun ortaya çıkartmış olduğu bir aşınma ve bozulma yaşamak şeklinde ifade edilebilir. Bir tür sapmak, bir tür kendine ait o anlam dünyasını dumura uğratmak gibi de algılanabilir. Had, hudud bilmeme meselesi, hadsizlik meselesi bu noktada devreye giriyor. Takva da belki sınırların müsaade ettiği hayat içerisinde yaşamaktır.
ANORMALİN KENDİNİ NORM OLARAK DAYATTIĞI BİR ÇAĞDAYIZ
Bediüzzaman Hazretlerinin ‘Helal daire keyfe kâfidir’ ifadesinde olduğu gibi, o helal daireyi, meşru daireyi hep muhafaza etmek ve o meranın dışına çıkmamak, Allah’ın merası içerisinde yaşamaya devam etmek, sana işaret edilen o dünyada yaşamaya devam etmek aslında bir takva çabası ve gayretiyken, bunun dışına taşma çabası da fısk olmuş oluyor. Modern zaman bana göre bir fısk çağı, yani fâsıklık bir tür elbise olarak insana giydirilmeye çalışılıyor Kur’an’ın ifade ettiği takva elbisesinin yerine. Anormalin kendini norm olarak dayattığı bir çağdayız. O’nun koyduğu normlara değil kendi aklınca ürettiği normlara göre yaşamak. Ki o akıl da vahiyle aydınlanmış bir akıl değil. Akılla ilgili böyle bir tarif de yapmak lazım. Önce kalpte vahiy iktidarını ilan edecek, o iktidarla aydınlanmış akılla gerekçeler hükümler ortaya koyabileceğiz. Normu, hududu Allah koymuş, biz ona tabi olmakla yükümlüyüz.”
Metin Karabaşoğlu: “Takvanın toplum olarak gözardı edilen bir boyutu daha var. Toplum olarak, takva algımızda deyim yerindeyse bir indirgeme var. Takva deyince farz ibadetlerin yanında nafile namaz ve oruçlar, Kur’an okumaları, ilave tesbih çekmeler gibi düşünülüyor. Hiç şüphesiz takvanın içinde bunlar var, reddetmiyoruz. Fakat daha önce bir programımızda yine bahsetmiştik, Hucurat sûresine mesela bakıyoruz, sosyal hayatı tanzim eden emirler getiriyor ve müminlere tekrar tekrar birinci ayetten başlayarak takvayı hatırlattığını görüyoruz. Takvanın diğer insanlarla, hatta Allah’ın yarattığı diğer mahlukatla olan ilişkimize bakan bir boyutu olduğu dersini Hucurat sûresinden kesinlikle alıyoruz. Hz. Peygambere yönelik davranışımızdan başlayarak, diğer insanlarla hukukumuzun nasıl olacağı bize orada ders veriliyor. Takvanın sosyal hayata bakan yönü üzerine de muhakkak söyleyecekleriniz vardır diye düşündüm. Neler söylersiniz?”
TAKVANIN MERKEZİNDE MERHAMET VAR
Mehmet Lütfi Arslan: “O muamelat dediğimiz aslında insanlara bakan tarafı, takvanın aslında merhametin en önemli tezahürü olması gereken bir boyutudur. Biz hep takvayı bir tür asık suratlı, sürekli ibadetlerde, abdestin olmadı, namazın böyle olmadı şöyle eğilmedin böyle kalkmadın tarzındaki birtakım zahiri noktalara indirgenebilecek bir boyuttan anlıyoruz. Tam tersi oradaki mana takvanın hayata hakim olmasına yönelik bir engin gönül, geniş gönül bakış açısıyla görmek meselesi. Bu biraz soyut kalır, ama İslam tarihinden çok güzel bir anekdot var, tam da bu konuda bizim maksadımızı, meramımızı ifade edebileceğini düşünüyorum.
Abdullah b. Abbas’ın başından geçen bir hadise bize hem bu sizin sormuş olduğunuz takvanın sosyal boyutu, merhamet boyutu, hem de itikafla, yani Efendimizin (asm) hiç terk etmediği bir sünnet olarak bu muamelatı nasıl birlikte değerlendireceğimiz noktasında çok güzel bir ölçü veriyor. Abdullah b. Abbas itikaftayken bir kişi yanına gelerek selam veriyor, oturuyor. İbn Abbas (ra): ‘Seni hüzünlü görüyorum kardeşim’ diyor, ‘hayırdır.’ Adam ‘Evet hüzünlüyüm, falanca kişinin benim üzerimde hakkı var, bir türlü ödeyemiyorum’ diyor. Bunun üzerine Abdullah b. Abbas: ‘İster misin senin için onunla konuşayım?’ diyor. ‘Çok iyi olur’ diyor adam. Beraber mescitten çıkıyorlar. Adam diyor ki: ‘Sen itikaftaydın, niye çıktın mescitten?’ İbn Abbas (ra), Efendimizin (asm) kabrine dönerek, gözlerinden de yaşlar akar halde diyor ki: ‘Hayır, mescitten çıktığımı unutmadım. Şu kabirde yatan ve aramızdan henüz yeni ayrılmış olan şu zâttan duydum ki: “Her kim din kardeşinin bir ihtiyacını karşılamak için gayret eder ve o işi görürse bu kendisi için on yıl itikafta kalmaktan hayırlıdır.’’’
Halbuki bir kimse Allah rızası için bir gün itikafa girse, hadislere göre Cenab-ı Hak o kimseyle cehennem arasında üç hendek yaratır ki her bir hendeğin arası doğu ile batı arası kadar uzaktır. Şimdi muamelat, yani insanları sevindirmek, onların derdine derman olmak, kalplerini kırmamak, haklarını hukuklarını gözetmek bu manada o kadar önemli. Takvanın tam da merkezinde merhamet var. Bu din kadar sosyal bir din yoktur, bu din kadar insanları gözeten bir din ve öğreti var mıdır? Efendimiz (asm)’a layık ümmet olmak, insanların sıkıntılarına katlanıp onların daha güzel daha iyi ve daha doğru olmaları noktasında bir çabanın içine girmek demektir. Bu noktada da takvadan da anlamamız gereken, merhametten de anlamamız gereken işte bu sosyalliğimizin ne kadar Rabbimizin istediği bir sosyallik olduğunu sorgulamaktır diye düşünüyorum.”
İTTİKA SAHİP OLURSANIZ ALLAH SİZE BİR ÇIKIŞ KAPISI MUHAKKAK LÜTFEDER
Metin Karabaşoğlu: “Bugünkü programa dair notlarım içerisinde yer alan bir ayetin Lütfi hocamızın dünyasındaki yeri ve karşılığı nedir, onun aynasından o ayeti seyretmek isterim. Enfal sûresinin 29. ayetinde, ki yine Hadid sûresinin 29. ayeti de yakın manalar içeriyor, şöyle buyuruluyor: ‘Ey iman edenler, siz Allah’tan ittika ederseniz o size furkan verir’ diye meallendirebileceğimiz bu ayet sizin kalp ve gönül aynanızda nasıl yansıyor?”
Mehmet Lütfi Arslan: “Bahsetmiş olduğunuz o iki ayet-i kerimenin dışında da takva sahibi olunduğu takdirde ne tür faydaların olabileceğine dair, mesela ‘mahrac’ ifadesi de var. ‘Mahracâ’ diyor, yani ‘eğer ittika sahibi olursanız Allah size bir çıkış kapısı muhakkak lütfeder ve sizi hiç ummadığınız bir yerden rızıklandırır’ manasında (bkz. Talâk sûresi 2. ayet). Bütün bunlardan aslında takvanın Kur’an’ın bildirdiği üzere en hayırlı azık (Bakara, 197), en güzel libas (A’râf, 26) olmasının ötesinde bu dünya hayatında bizim salimen yürümemizi, salimen hayatımızı sürdürmemizi ve istediğimiz yere ulaşmamızı sağlayan üzerimizdeki bir haslet olması gerektiğini anlıyoruz.
İfade ettiğiniz ayet-i kerimedeki ‘furkan’ tabiri de çok ilginçtir. ‘Furkan,’ Kur’an-ı Kerim’in bir unvanıdır malum. Ben o ayetteki furkanı hep şöyle anlamışımdır: İnsan takva noktasında ne kadar çok gayret sarf ederse, ki bu bir niyetle başlar, çünkü takva kalbin amelidir, eğer Allah’a yönelik bir böyle niyeti olursa, ‘Yâ Rabbi! Ben Sana doğru gelmek istiyorum, Senin nasıl benden bir hayat istediğine dair böyle bir çaba içerisine girmek istiyorum’ derse, böyle diyene Cenab-ı Hak Kur’an meşguliyeti veriyor. Kur’an’la bir yakınlık, ünsiyet, bir ülfet lütfediyor. Dolayısıyla Kur’an’dan ona ufuklar açılmaya başlıyor, bir mana buluşması yaşanıyor ve Kur’an o zâtın nasibi olmaya başlıyor. Dolayısıyla Allahu Teala ona Furkan’ı, yani o iyiyi kötüden ayırma noktasındaki hasleti verdiği andan itibaren onu dinde fıkıh sahibi, yani ince anlayış sahibi de kılmaya başlıyor. Hani verdikçe veriyor Rabbimiz derler ya, yağdırıyor deyim yerindeyse. Yani sizin aslında O’na doğru atmış olduğunuz bir karışa karşılık O’nun size bir arşın olarak gelmesine dair kudsî hadis var ya, işte buna vesile oluyor ve siz kendinizi böyle her tarafınızdan saran bir dünyanın içerisinde buluyorsunuz. Oradaki kritik nokta da Kur’an’la ilişki gibi geliyor bana. İnsanın hakikaten Kur’an’la ülfeti, yakınlığı ne kadar çok olursa, aslında Rabbiyle yakınlığı fazla oluyor. İbn Arabî’nin öyle bir sözü vardır: ‘İçinizden kim Allah’la konuşmak istiyorsa Kur’an okusun’ diyor. Tam da Kur’an ayındayız, Ramazan öyle ilginç bir ay ki çok güzel bir nükte hatırlıyorum. Allah Kur’an’ı bir insanın kalbine indirdi, o insan Seyyidü’l-Âdem oldu. Allah Kur’an’ı bir ayda indirdi, o ay Ramazan oldu, ayların sultanı oldu. Allah Kur’an’ı bir şehre indirdi, o şehir Ümmülkurâ oldu. Allah Kur’an’ı bir gecede indirdi, o gece Kadir gecesi oldu.”
“Bir Bayramdır Ramazan” programını, Ramazan ayı boyunca her gün saat 18.00’de Şekercihan YouTube kanalından takip edebilirsiniz.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.