Tebliğ, siyasi iktidara ihale edilecek bir vazife değildir

Tebliğ, siyasi iktidara ihale edilecek bir vazife değildir

Şekercihan YouTube kanalındaki “Bir Bayramdır Ramazan” programının yirmidokuzuncu gün sohbeti “Kur’an’da Tebliğ” başlığı altında Süleyman Demirel Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. İshak Özgel ile gerçekleşti.

Haber: Mehmet Kaplan

Prof. Özgel, “Bu yıl Kur’an’dan temel kavramları konuştuğumuz programın son kavramını neden tebliğ olarak belirledik? Çünkü vazifenin tamam olup olmaması bu soruya verilecek olan cevapla belli oluyor” diyerek başladığı sohbetini şu açıklamalarla sürdürdü:

TEBLİĞ VAHYİN YÜKLEDİĞİ BİR GÖREV

Veda Hutbesinde Peygamber Efendimiz aleyhissalâtu vesselam bu soruyu soruyor, diyor ki: ‘Tebliğ vazifesini yerine getirdim mi?’ Onlar da: ‘Evet yâ Rasûlallah!’ diyorlar. Efendimiz aleyhissalâtu vesselam: ‘Şahit ol yâ Rab, şahit ol yâ Rab, şahit ol yâ Rab’ diyerek tebliği vazifesini bitirmiş oluyor.

Tebliğ vazifesi aslında başlangıçta bizatihi vahyin bize yüklediği bir görev. Ben aslında buna görev derken bile, acaba görev demek doğru oluyor mu diye düşünüyorum. Yani tebliğin o tabiiliğine ve ağırlığına görev ve vazife gibi bakmak biraz benim gönlümü pek tatmin etmedi ve rahatsız etti. Çünkü onun tabii bir süreç olduğu kanaatindeyim. Allah Teala insanı öyle bir selim fıtratla yaratmış ki, normalde insan öğrendiği, elde ettiği bir şeyi başkalarıyla paylaştığı zaman gerçek mutluluğu elde edebiliyor. Kendine saklamış olma durumu, mutlu eder gibi düşünse bile, içten içe rahatsız ediyor. Burada şunu görmüş oluyoruz: Fıtrat-ı selime ile nefsin mücadele ettiği alanlardan bir tanesi de paylaşma alanıdır.

Allah Resulü bunu çok güzel formülize etmiş, bunu iman ile bağlamış. Ben eskiden bunu okurken hep böyle maddi şeyleri paylaşmak, istemek ve sevmek gibi algılardım. Ama belli bir dönemden itibaren mevzuya tebliğ cihetiyle de bakıyorum. Çünkü Peygamber Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın bizzat kendisine hitap eden iki ayet-i kerimede, Allah Teala Peygamber Efendimize ‘İnanmıyorlar, bu hakikatleri anlayamıyorlar, kavrayamıyorlar, elde edemiyorlar diye o kadar üzülüyorsun ki bu üzüntüden dolayı kendini heder edeceksin’ mânâsında bir uyarı ve tesellide bulunuyor. Demek ki mesele sadece elde ettiğimiz maddi zevkler, mutluluklar değil; daha önemlisi -ki maddi mutluluğun da kendisine bağlı olduğu- manevi mutluluğumuz. İşte ebedî hayattaki mutluluğumuz için, kendimiz için bir şeyi ne kadar seviyor ve ne kadar istiyorsak bütün insanlığın da aynı güzelliğe kavuşmasını arzu etmek vazifesidir tebliğ…

TEBLİĞ VAZİFESİNİ İHALE EDEMEYİZ

Bu başlığı seçmemizin benim açımdan ikinci gerekçesi şuydu: Maalesef muhafazakâr iktidarların birtakım menfi sonuçları var. Bu menfi sonuçlardan biri de ihalecilik. Yani bu tebliğ vazifesini insanların siyasi iktidara ihale etmeleri. Madem biz muhafazakâr bir iktidarı seçtik, artık bütün bunları o yapsın deyip, insanların kendi üstlerindeki bu tebliğ vazifesini onlara havale etme tehlikesidir ki, biz bunu maalesef acı bir şekilde hem yaşadık hem de tecrübe ettik. Bu hususta arzulu, istekli olan insanımız, cemaatlerimiz, meşrepler, meslekler dahi maalesef bu süreçte hırpalandılar, törpülendiler, arzu ve istekleri ve iştiyakları bu açıdan azaldı. Bunun yeniden hissedilmesi gerekiyor. Şunu anlamış olduk: Tebliğ, muhafazakâr iktidarların olduğu dönemler ve rahatlık süreçleriyle alâkalı bir şey değildir. Bu tamamen bizim imanımızla alâkalı, iç dünyamızla, fıtrat-ı selimemizle alâkalı bir şeydir. Her şey gelir geçer, ama dava bilinci dediğimiz gerçek i’lâ-yı kelimetullah, yani Allah Teala’nın dininin bütün yeryüzünre hükümferma olması sevdası, arzusu asla değişmez ve bu şekilde kalması gerekiyor.

İLK NAZİL OLAN AYET KUR’AN’IN BEŞER KELAMI OLMADIĞININ İSPATIDIR

Şimdi ilk inen ayetler bu açıdan bizim için önemli. İnen ilk ayet-i kerime: ‘İkra bismi rabbikellezi halak’ ayet-i kerimesidir ki, geçenlerde yine beraber olduğumuz bir programda söylemiştik, ben sadece bu ilk hitabın, muhtevası, konusu ve üslubu o dönem şartlarıyla değerlendirildiğinde Kur’an’ın beşer kelamı olamayacağının en güçlü delili olduğu kanaatindeyim. Bir kariha düşünün çölde, ümmi bir zâtı ve toplumun halini düşünün, gündemde olan konuları düşünün; böyle bir kariha, böyle bir ortamda ümmi bir kişi kalkacak diyecek ki: ‘İkra bismi rabbikellezi halak.’ Bunu söyleyebilmek için şartların onu gerektiriyor olması lazım. O dönem şartlarında, hiçbir insan için kendi karihasıyla, kendi dehasıyla böyle bir şey söz konusu olamaz. Bu şunu gösteriyor: Bir kere insan ile okuma, ama insan ile kâinatı okuma arasında okumanın yönünü de belirleyici çok veciz bir şekilde inen ilk ayet insanın asıl kendisini nasıl tekamül ettirebileceğine, dertlerine nasıl çare bulabileceğine dair en temel direktifi veriyor.

Bu ‘ikra’nın içerisinde ben dava ve davetin de olduğu kanaatindeyim. Çünkü her okuyan kişiyi de buna davet etmiş oluyoruz. Çünkü dava, davet ve tebliğ arasında da ciddi bir ilişki var. Bunların birbirinden ayrık olmadığını söylüyoruz. Şöyle formülize edelim; insan bilgi/okumak ile, kâinatı okumak ile kendisini geliştirebilecek, iyi bir hayat yaşayabilecek bir varlıktır.

NÜBÜVVET TEBLİĞ İŞİNİ GERÇEKLEŞTİREN KİŞİ DEMEKTİR

İnen ikinci ayet grubu ile ilgili olarak muhtelif birtakım tartışmalar olsa da, ben Müzzemmil sûresinin ilk ayetlerine atfen şu şekilde anlatmak istiyorum: ‘Ey örtüsüne bürünen! Geceleyin -birazı dışında- namaza kalk!’ Burada da emrin örtünen, bürünen bir kişinin, mecazi olarak peygamberlik elbisesini giymiş bir kişiye olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi hemen burada şunu sormak isterim: Peygamberlik nedir? Nübüvvet nedir? Nübüvvet ve peygamberlik tam da bugün bizim konuştuğumuz tebliğ işini gerçekleştiren kişi demektir. Çünkü Allah’ın elçisi, Allah’tan aldığı mesajı insanlara kâliyle ulaştıracak, haliyle yaşayacak, bunun ulaşması için dertlenecek, mesaisini buna sarf edecek seçilmiş kişi demektir. İşte bu ‘elbiseyi bürünmüş’ olmak, bu elbiseyi bürünmüş olan kişiye ilk önce ilim, yani doğru bilgi, hakikat bilgisidir. Akliyat ile sem’iyatın birbiriyle en doğru şekilde karıştığı, kaynaştığı, mezcolduğu bilgiyi elde ettikten sonra ise ‘Gecenin bir vaktinde kıyam et’ emri gelir ki, bu gece ibadeti ile öğrendiği bilgiyi kendisinde içselleştirme hali, Allah ile olan ilişkileriyle manevi dünyasını inşa etme sürecidir.

AKLA VE FITRATA UYGUN NE VARSA MARUFTUR

Bilgiyi elde ettikten ve bu bilgiyi içselleştirdikten sonra doğal olarak yapılması gereken üçüncü merhale, bu elde ettikleri ile insanları uyarmak, kıyam etmektir. Yani o elbisenin gereği bir rol model olarak toplumsal rolünü yerine getirmektir. Müddessir sûresindeki “Kalk ve uyar” emri ile birlikte tebliğ vazifesi başlamıştır. O halde her mümin aynı sıralamayla bilim-bilgiyi edinme ve bu bilgiyi içselleştirme ve bu bilgiyi başkasına aktarma ile yükümlüdür. Kâliyle, haliyle aktarma vazifesi, artık tebliğ olarak bizlerin sorumluluklarında devam ediyor. Hadisin ifadesiyle ‘veresetü’l-enbiyâ,’ yani nebilerin varisleri olan alimlerin sorumluluğu bu olduğu gibi, diğer taraftan bugün hocamızın okumuş olduğu Âl-i İmran sûresi 104. ayet-i kerimede ‘ümmet’ kelimesinin seçilmiş olmasından anlıyoruz ki, bunun ırkı yoktur, bunun meşrebi-mesleği yoktur, bu bir ümmettir. Kendisi hayrı bilen, hayrı yaşayan ve insanları da hayra davet eden bir ümmet, bir topluluk olsun. Akla ve fıtrata uygun ne varsa maruftur. Şeriat böyledir; maruf ve münker, yani bir taraftan emir, diğer taraftan da nehiy.”

Metin Karabaşoğlu: “Maruf ve münkeri anlama noktasında, ben dinin ve fıtratın mutabakatı olarak düşünüyorum. Örnek verecek olursak; iki içecek var, biri su. İçiyoruz, hem ferahlıyoruz, hem bünye kabul ediyor, hazmı çok kolay. Diğer taraftan, haram bir içecek var, içiliyor, ama mide atmak istiyor, onun içindeki varlığından rahatsız oluyor, atıp ondan kurtulmak için ne kadar çabalıyor. Adeta mideye söylenmiş ki, bu senin helalin; öbürü için ise denmiş ki bu sana hayırlı değil, faydalı değil, bu sana yasak. Ben maruf ve münkeri anlamada, fıtrat ve vahiy bütünlüğü ekseninde bu örnekten hareket ederek manayı zihnime yerleştiriyorum.”

TEBLİĞ YAPARKEN DİKKAT EDİLMESİ GEREKENLER

İshak Özgel: “Tebliğ yaparken dikkat edilmesi gereken bazı noktalar var. İnsanın çok farklı duygu ve düşüncelere sahip olduğunu gözönünde tutarak karşıdaki kişiyi rencide etmeme, aşağılamama, kendisini onun üstünde olduğunu hissettirmeme tebliğin en temel noktasıdır. Ben bir kardeşime bir iyiliği anlatıyorsam, onun değerini bilip onun bir yanlıştan kurtulmasını istiyorsam, ona kendimi üst perdeden anlatmaya başlayarak zaten o sonucu elde edemeyeceğim bir yola girmiş oluyorum. Tebliğde kesinlikle mütevazı olunmalıdır. ‘Lütuf ile ıslahına çalışma’ tabiri Bediüzzaman Said Nursi’ye ait. Bu çok önemli bir şey, ama onun öncesinde muhabbetin olması gerekiyor, adavetin, düşmanlığın olmaması gerekiyor.

İkincisi, üslubumuzun çok doğru bir üslup olması gerekiyor. Üçüncüsü, emin bir kişi olmamız gerekiyor. Önce kendimizin bir ücreti, bir ajandası, bir hesabı olmadığına karşı tarafı inandırmamız lazım. Emin olmamız lazım; karşı tarafın da bizi dinlerken bunun benimle ilgili bir hesabı var, bunda bir üç kağıtçılık vardır, bir şeyler yapacak demeyip bütün alıcılarını açması lazım. Bendeki bilginin de doğru olduğuna benim kanaat getirmem lazım. Eğer bu üçlü içerisinde bu duygu ve düşünceyle emr-i bi’l-maruf nehyi ani’l-münker yapılabiliyorsa dünyanın gerçekten de saadet dünyası olması işten bile değil.”

“Bir Bayramdır Ramazan” programını, Ramazan ayı boyunca her gün saat 18.00’de Şekercihan YouTube kanalından takip edebilirsiniz.

HABERE YORUM KAT
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.