Teğmen ve kendini okutan kitap

Teğmen ve kendini okutan kitap

Bediüzzaman Said Nursi'nin hayatını romanlaştıran İslam Yaşar'ın kaleminden, bir teğmenin kendini okutan kitaplarla buluşması...

İslam Yaşar'ın yazısı:

Risâle-i Nur dersleri…

İnsanla kitaptan meydana gelen ve memleketin her yerinde her gün yaşanan canlı birer hayat tablosu bu dersler. İnsan kitabı okusa, dinlese de kitap insana hâkim olur ve hayatı şekillendirir.

İnsanlar değişse de kitaplar değişmez. Okunan bahisleri eskilerin iştiyakla, yenilerin de merakla takip etmeleri neticesinde, uhuvvet hissiyle birbirine bağlanan insanlardan müteşekkil müsterih bir cemaat meydana gelir.

Ne var ki her intizamlı, insicamlı, canlı, heyecanlı, verimli ve semereli topluluklarda olduğu gibi, çok geçmeden onların arasına da ‘nevzuhur’ tâbir ettikleri sinsi sîmalar sızar. Nur müdebbirleri okunanları dinlemekten ziyade konuşulanlara kulak kabartan ve kitaplardan çok insanlara dikkat eden o şahısları ilk bakışta teşhis ederler ama tedbir mülâhazasıyla da olsa derslerin akışında herhangi bir değişiklik yapmazlar.

Nur hareketinin dışa açılma hamleleri sırasında kolayca aralarına sızan ve Nurcuları mahkûm, Nurları müsadere ettirecek deliller toplamaya çalışan ajanlar da fark edildiklerini sezince, kendilerini kamufle etme gayreti içine girerler.

O gün de her zamanki gibi erken gelerek herkesi rahatça gözetleyebileceği bir köşeye oturan ve dikkatle ders dinliyormuş gibi yapan sivil kıyafetli teğmen, Risâle-i Nurları okuyup yazmanın faziletini anlatan bir bahis okunmaya başlanınca işine yarayacak malzeme bulma hevesiyle dikkat kesildi.

“Risâle-i Nur kendi sâdık ve sebatkâr şâkirtlerine kazandırdığı çok büyük kâr ve kazanç ve pek çok kıymettar neticeye mukabil fiyat olarak, o şâkirtlerden tam ve hâlis bir sâdakat ve dâimî ve sarsılmaz sebat ister. Evet, Risâle-i Nur on beş senede medresede kazanılan kuvvetli iman-i tahkikîyi on beş haftada ve bazılarına on beş günde kazandırdığına, yirmi senede yirmi bin zat tecrübeleriyle şahadet ederler.”

Gür bir ses tonu ile bu ifadeleri de okuduktan sonra, bakışlarını cemaat üzerinde gezdiren müdebbirle o anda göz göze geldi. Kendisi bakışlarını kaçırdığı halde o nazarını ayırmadan bir süre baktı. Sonra okuduğu yere parmağını koyarak kitabı kapattı, önündeki sehpaya doğru biraz daha eğildi, gözlerini hafifçe kıstı ve konuşmaya başladı.

“Üstad Hazretleri çok risâle okur, talebelerinin de okumalarını istermiş. Bazen de çok okumayı değil, az da olsa devamlı okumayı tavsiye edermiş.”

“Demek ki, Peygamberimizin (asm) bir hadis-i şerifini fiilen yaşamış, talebelerinin de yaşamalarını istemiş.”
“Her hâl ve hareketinde olduğu gibi.”
“Bunu teyit eden bir hatıra varsa anlatır mısınız?”

Derslere yeni katılan kişilerden gelmişti bu tamamlayıcı bilgiler. Ardından başka izahların geleceğini anlayan bir Nur Talebesi ders yapan kişinin maksadını sezdiği için bu soru ile okunan bahisten, anlatacağı hatıraya geçişini kolaylaştırmak istedi. O da bunu hissetti ve hemen söze girdi.

“Üstad, bir gün bazı talebeleri ile birlikte Barla’ya giderken, yorgun argın işten dönen köylüler onu görünce hemen yanına gelip etrafını sarmışlar. Kısa bir selâm-kelâm sohbetinden sonra, onların kendisinden nasihat dinlemeye hazırlandıklarını görünce gülümsemiş ve nasihat vermek yerine bir soru sormuş:

‘Eve gidince risâle okuyabiliyor musunuz?’
‘Pek okuduğumuz söylenemez Hocam.’
‘Günde en az otuz sayfa okumalısınız.’
‘Doğrudur Hoca Efendi, okumamız gerekir ama okuyamıyoruz.’
‘Yirmi sayfa da mı okumuyorsunuz?’
‘Hasat zamanı olduğu için mütemadiyen çalışıyoruz.’
‘On sayfa okuyorsunuzdur her halde?’
‘Ne yazık ki.’
'Beş sayfa?’
‘Maalesef.’
‘Bir sayfa da mı okuyamıyorsunuz?’

“Köylüler sessizleşip mahcubiyetle birer ikişer başlarını önlerine eğince, şartların zorluğunu ve köylülerin işlerinin çokluğunu bilen Üstad; onların akşama kadar olanca güçleri ile çalışmalarına rağmen, yorgun argın eve döndüklerinde, az da olsa kitap okumayı âdet haline getirmelerini sağlamak için özel bir tavsiyede bulunmuş.”

“Neymiş o tavsiye?”
“O zaman, ‘Şimdi sizden yapabileceğiniz bir şey istiyorum’ demiş.”
“Köylüler merakla, ‘Nedir Hoca Efendi?’ diye sormuşlar.”
“Üstad onlara, ‘Eve gittiğinizde biraz dinlendikten sonra okumak maksadıyla risâleyi elinize alın, kapağını açıp kapayın’ demiş.”
“Sevinçle, ‘Tamam efendim, onu yaparız işte’ demişler.”
“Bediüzzaman da, ‘O halde anlaştık’ diyerek uğurlamış. ”

“Üstad, onların biraz daha canlanan adımlarla gidişlerini bir süre seyretmiş, ardından da yanında duran talebesi Tahirî’ye dönmüş. ‘Bu anlaşmaya ne dersin?’ demiş.”

“O, ‘Benim pek aklım ermedi Üstadım’ diye karşılık vermiş.”
“Bunun üzerine, ‘Anlaşmadan biz kârlı çıktık’ diye eklemiş Üstad.”
“Tahirî de, ‘Bu nasıl kazanç Üstadım. Otuzdan sıfıra indik’ diye sormuş.”
“Bediüzzaman, ‘Olsun, yine biz kazançlıyız. Her gün risâleleri ellerine alacaklar ya, o bize yeter’ cevabını vermiş.”
“ Tahirî, ‘Alacaklar, ama sadece kapağını açıp kapayacaklar’ diye yakınmış.”
“Üstad da, ‘Risâle-i Nur’da öyle bir câzibe var ki, açtılar mı kapatamazlar’ diyerek tamamlamış o muhavereyi.”

Bu hatıranın akabinde verilen çay faslında, Nurları yeni tanıyan bir üniversite talebesi edasıyla köşede oturan teğmen, ders yapan kişinin bakış menzilinden çıkmanın rahatlığıyla bir süre bu iddiâyı düşündü. Anlatılanlar ona pek inandırıcı gelmemiş olmalı ki, kendi kendine mırıldandı.

“Neden açınca kapatamasınlar ki. Bir kitap ne kadar ilgi çekici veya heyecanlı olursa olsun, insan isterse kapağını açtıktan sonra kapatarak yerine koyabilir. Cahil ve yorgun köylüler yapamasa da benim gibi okumuş aydınlar bunu pekâla yapabilirler.”

Ders arası sohbetlerinde yanındaki gençlerin kendisine mesafeli durmalarından ve kitap okuyan kişinin bilhassa konuşurken sürekli kendisinin bulunduğu köşeye bakmasından işkillendi.

Bunun üzerine, hem hevesli bir genç gibi görünerek muhtemel şüpheleri izale etmek, hem de az önce ortaya atılan iddianın herkes için geçerli olmadığını kendi kendine de olsa ispatlamak maksadıyla bir risâle almaya karar verdi.

Ders bitip kalabalık biraz çekildikten sonra ders yapan müdebbirin yanına yaklaştı. Okunan bahsi çok beğendiğini ifade etti ve bir kitap almak istediğini söyledi. Talebinin son derece mâkûl karşılandığını görünce rahatladı. Onların tavsiyelerine uyarak önüne konan kitapların en kalınını seçti.

Her zaman en geç gidenlerden biri olduğu halde o gün öyle yapmadı. Hevesli ve meraklı görünmeye gayret ederek aldığı kitabın parasını ödedi, onu okumayı bitirince diğerlerini de alacağını söyledi ve müsaade isteyip ayrıldı.

Kitabı okumaktan ziyade vereceği mücadelenin heyecanı içinde geldi eve. İlk olarak kitabı bir kenara koydu. Çoraplarını çıkarıp yalın ayakla yün halının üzerinde biraz dolaştı. Divana uzanıp vücudunu kendi hâline bırakarak dinlendi.

Yemek hazır oluncaya kadar o vaziyette müzik dinledi. Yemeğin ardından çay içerken televizyon haberlerine baktı. İlerleyen saatlerde, kendini zorlu bir mücadeleye hazır hissedince, çalışma masasının başına geçti ve kitabı eline aldı.

“Sözler” dedi, kapağına bakarak. Sonra da burun kıvırdı. “Sözler!... Ne demekse...”

Askerlerin her zaman yapmayı âdet haline getirdikleri, muhatabını küçümseyerek yıldırma taktiğinin, bu mücadeleye yansıyan şekliydi o hareket. Çünkü, milyonların hayatına yön veren Said Nursî’nin her sözünün, herkes için geçerli olmadığını ispat etme iddiası ile karşı karşıya olduğunu düşündükçe, yapacağı iş gözünde büyüyor ve o zamana kadar öğrendiği bütün savaş taktiklerini uygulamak istiyordu.

“Lâf işte. ‘Kim demiş açınca kapatamazlar’ diye. Bak ben şimdi bu kitabın kapağını nasıl açıp kapatacağım.”

Bunları söylerken, kitabın elinde ağırlaştığını ve dirsekleri masaya dayalı olmasına rağmen kollarının titrediğini hissetti. Bu hâli bir zayıflık alâmeti sayınca, kitabı masanın üzerine koydu. Sandalyedeki oturuşunu yeniledi, biraz daha doğruldu ve dik oturmaya gayret ederek bir süre öylece durdu.

Ardından kalktı, dikkatini dağıtacak sesleri kıstı, görüntüleri değiştirdi ve gelip tekrar yerine oturdu. Derin bir nefes aldı, birkaç saniye tuttuktan sonra ağutlarını şişiren havayı boşalttı ve âni bir hareketle kitabın kapağını açtı.

Aslında kapağı açar açmaz tekrar kapatmak istiyordu. Lâkin o hareketin korkup kaçmak kabilinden bir zayıflık tezahürü olacağını düşündü. Kitaba şöyle bir göz atmak ve kayda değer bir şey bulamadığından dolayı kapattığı kanaatini kazanmak istercesine ilgisizce karşısına çıkan sayfaya baktı.

“Asker... Kardeş...”
Gözüne ilişip idrakine damlayan ilk kelimelerdi bunlar. Said Nursî’nin, birbirine çok uzak gibi görünen bu iki kelimeyi bir arada kullanmasının sebebini anlamak için biraz daha dikkatli bakınca, merakını iyice tahrik eden ifadeler çıktı karşısına.

“Sen bir asker olduğun için.....”
Bunları okuyunca hayret içinde kaldı. Cümleyi bitirmeden başını kaldırıp boşluğa bakarak bir süre öylece bekledi. Kendisi de bir asker olduğu için, o ifadelerin kendisine hitaben söylendiğini hisseder gibi oldu.

O anda, bütün merak hisleri harekete geçmişçesine duyguları derinleşti, idrâki canlandı. Öyle bir zâtın, böyle bir kitapta, kendisi gibi bir askere ne söyleyebileceğini merak ederek önce giriş notunu okudu, ardından da asıl metnin ilk cümlesine göz attı.

“Bismillah, her hayrın başıdır.”
“Çok doğru bir söz” dedi ve ekledi.“Elbette, Bismillah her hayrın başıdır.”

‘Bismillah’ tâbirini telâffuz ettikçe, kelimenin âhengi çocukluk yıllarının bazı unutulmuş hatıralarını canlandırdı. Annesinin, kulağına bu kelimeyi fısıldadığını hisseder gibi oldu. Ardından babasının, dedesinin, ninesinin ve diğer aile büyüklerinin, teslimiyetin sükûneti içinde sürûrla ‘Bismillah’ deyişleri çınladı zihninde.

Sayfaya baktıkça, annesinin sabahları, işlemeli beyaz namaz örtüsü içinde gülümsedikçe parlayan, parladıkça gülümseyen nuranî sîmasını hatırladı. Ana hasretiyle yanan yüreğini gözyaşları ile söndürmek istedi ise de yapamadı. O zaman, gecenin ilerleyen saatlerinde anasının önüne diz çökmüş de, onun tatlı dilinden tesirli nasihatler dinliyormuş gibi bir hisse kapılarak elindeki kitabı okumaya devam etti.

“Ey nefis! Böyle ebleh olmamak istersen; Allah namına ver, Allah namına al, Allah namına başla, Allah namına işle! Vesselâm.”

“Bismillah” dediği zaman, ünlü ve ünsüz seslerin tekrarı ile husûle gelen ve insiyakî bir incelikle rûha işleyen âhengin, bu son cümlede ‘Allah’ kelimesi ile tekrar tezahür ettiğini anlayınca üslûbun harikalığı karşısında hayretini gizleyemedi. Eserin san'atlı ve âhenkli anlatımı, okuma isteğini adeta iştiyak haline getirdi.

Bismillah, Allah, iman, ibadet, namaz...

Saatler sonra, kitaptan başını kaldırarak arkasına yaslanıp dinlendirmek maksadıyla yorulan gözlerini yumduğunda, bu kelimeler uçuşuyordu zihninde. Üstelik uçtukça aklına, şuuruna, idrakine ve bilinir bilinmez bütün lâtifelerine, silinmesi imkânsız mânâlar nakşediyordu.

Sürûrunu ve huzurunu ilk defa yaşadığı bu ulvî mânâlar ruhunu rahatlatmış, hislerini teskin etmiş, duygularını dinlendirmiş ve dünyasını renklendirmişti. Heyecanla yeniden önündeki Nur deryasına dalmaya hazırlanırken hatırladı maceranın başındaki iddiasını.

Hemen kapatmak kastıyla açtığı kitabın sayfaları arasında saatlerdir mânâlarla haşir neşir olmasına rağmen, okumaya doyamadığını ve okudukça okuma iştiyakının arttığını anlayınca, cevabını kendi içinde taşıyan sorular sıralandı zihninde.

“Bu mânâların insana, insanlığa, vatana, millete ne zararı var?”
“Hiçbir zararı yok.”
“Faydası var mı?”
“Saymakla bitmeyecek kadar çok.”
“Zavallı ben!.. Ne kadar da yanılmış, daha doğrusu yanıltılmışım.”

Bir itiraftı bu nida. Mağlûbiyetin itirafı. Bunları söyledikçe hissiyatına hâkim olan hırçınlığın kırıldığını, fıtratına sükûnetin sirâyet etmeye başladığını hissedince rahatladı. Coşkusuyla, sevinciyle, heyecanıyla, bir zafer rahatlığı taşıyordu yaşadığı ruh hâli.

Yenilmişti, ama müsterihti, muzafferdi. O zamana kadar, bir zafer takı gibi ancak galiplerin taşıyabileceğini zannettiği bu sürûru, yenilenlerin de yaşayabileceğini biliyordu artık. Kendini okutan kitaba tekrar bakmadan önce durup derin bir nefes aldı.
“Yine sen kazandın ey büyük insan” dedi minnetle.
“Yine sen kazandın ve inanıyorum ki, her zaman da kazanacaksın.”

Yeni Asya