Kadir AYTAR
Tenasüb kavramı
Tenâsüb kelimesi; n-s-b/ن-س-ب kökünden türetilmiş, yakınlık, benzerlik, uygunluk gibi anlamlara gelmektedir. Aynı kökten türetilmiş “münâsebet” kelimesi, bağ, ilişki ve uygunluk; yine aynı kökten türetilen “neseb” kelimesi de; soy, akrabalık ve yakınlık gibi anlamlar taşımaktadır.
Terim olarak tenâsüb; herhangi bir konudaki genel, özel, aklî, hissî ya da hayalî vb. ilişki türlerini ya da sebep-müsebbeb, illet-ma’lul, benzerlikler ya da zıtlıklar gibi zihinsel gereklilikleri ifade etmektedir.
Edebiyatta tenasüb ise; bir mısra, beyit ya da dörtlük içinde anlamca birbiriyle ilgili sözcükleri bir arada kullanma sanatıdır.
Mesela;
Lâleyi sümbülü, gülü hâr almış.
Zevk u şevk ehlini âh u zâr almış.
beytinde lâle, sümbül, gül, hâr (diken) arasında; zevk ve şevk arasında; ayrıca âh ve zâr sözcükleri arasında tenasüb sanatı yapılmıştır. Tenasüb sanatı sözün etkisini ve güzelliğini arttıran bir özelliktir. Tenasüb, divan şairlerinin sanatlarını icra ettikleri vazgeçilmez bir alandır.
Normalde tenasüb, bir belagat terimidir. Belagatın kaynağı ve çıkış noktası da yüce kitabımız Kur’an-ı Kerimidir. Cenab-ı Allah hem kelam sıfatından gelen Kur’an-ı Keriminde, hem de kudret tezahürlerini gösteren Kainat Kitab-ı Kebirinde, taklidi imkansız bir şekilde tenasüb sanatını icra etmiş, uyumsuz, lüzumsuz ve abes hiçbir şeye ve söze yer vermemiştir.
İslam âlimlerinden El-Bika‘î (ö. 885/1480) tenâsüb kavramını; herhangi bir konunun sıralanışındaki hikmeti ortaya koyan ilim olarak tanımlamıştır.
Surelerinden harflerine kadar Kur’ân’ın bütün öğelerindeki tertibin hikmetini ortaya koyan ilim dalına da Münâsebetü’l-Kur’ân denmektedir.
Çağımız âlimlerinden Mustafa Müslim tenâsübü; herhangi bir boyutta iki şey arasındaki bağlantı olarak tarif etmiştir.
Kur’ân’ın ayet ve sureleri arasındaki tenasübü, bir ilim dalı olarak ortaya koyan ve bu ilme âlimleri teşvik eden ilk isim olarak Ebû Bekr en-Nişâbûrî (ö.318/931) olmuştur.
Fahreddîn er-Râzî (ö.606/1210), Ebû Ca’fer b. Zübeyr (ö.708/1308), ve Ebû Hayyan (ö.745/1344) Abduh (ö.1322/1905), Reşîd Rıza (ö.1353/1935), Seyyid Kutub (ö.1385/1966), Derveze (ö.1404/1984), Said Havva (ö.1409/1989) ve Sabunî (ö.1436/2015) gibi isimler de eserlerinde tenasüb konusuna geniş yer vermişlerdir.[1]
Said Nursî, Kur’ân’ın tamamında tenasübün varlığından bahsetmektedir: “Kur’an’da büyük bir tenâsüp, tecâvüp, teâvün vardır ki, âyetleri birbirine ecnebî olmadığı gibi, birbirinin vuzuhuna yardım, istizahına cevap veriyor.”[2]
Kur’ân’daki tenasübün, yüzeysel bakış açılarıyla idrak edilmesi imkânsızdır. Çok ciddi bir gayret gerektirir. Ayet ya da surelerin nüzûl sebebleri, fasılalar vb. unsurlar göz ardı edilmeden çalışılmalı ve hedeflenen hüküm ya da mesaj, asıl mecrasına oturtulmalıdır.
Said Nursi’ye göre bu zamanda Kur'ân-ı Azîmüşşanı; ya yüksek bir deha sahibi, nâfiz bir içtihada malik ve bir velâyet-i kâmileyi haiz bir zât; ya da yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle ve o heyetin telâhuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassuplarından âzâde olarak tam ihlâslarından doğan dâhi bir şahs-ı mânevî tefsir edebilecektir.[3] Bu özellikleri taşımayan gerek şahıs ve gerekse ilmi heyetler Kur’an’ı tefsir edemezler. Etseler de kaliteli bir eser ortaya çıkmayacaktır. Burada özellikle ruhların tenasübü ve ihlas büyük bir önem taşımaktadır.
Sathi bir nazar, tenasüp ve hüsne mazhar olan Kur'ân ayetlerindeki intizamı ve iç içe geçmiş silsile halindeki maksatları göremez ya da fark edemezse, her şeyi birbirine karıştıracaktır.[4]
Tenasüb, Münasebetü’l-Kur’ân’a ilişkin eserler yazan bazı müellifler tarafından Kur’ân’ın i‘câz vecihlerinden biri olarak da ele alınmıştır.
Reşîd Rızâ’ya göre, farklı olaylar ekseninde ve aralıklarla nazil olmasına rağmen Kur’ân ayetleri, aynı gerdanlığa takılı inci taneleri gibi birbirleriyle uyumludur. Bu nedenle hiçbir metnin Kur’an’a benzemesi mümkün değildir.
Said Nursî de tenasübü Kur’ân’ın i’câz yönlerinden biri ve dayanışmanın esası olarak görmektedir.[5] Reşîd Rızâ ile aynı noktaya parmak basarak Kur’ân’ın telif şekline dikkatleri çekmiş ve onun benzersiz bir tenasübe sahip olduğunu belirtmiştir:“İşte, o Kur'ân-ı Mübîn, yirmi senede, hacetlerin mevkileri itibarıyla necim necim olarak, müteferrik, parça parça nüzul ettiği halde, öyle bir kemâl-i tenasübü vardır ki, güya bir defada nazil olmuş gibi bir münasebet gösteriyor.”[6]
Said Nursî, Kur’ân’ın beyanındaki güzel selâseti, rânâ tenâsübü, hoş âhengi, yektâ fesahatı ve i‘câzı; ancak kalbi hastalıksız, aklı müstakim, vicdanı marazsız, zevki selim birinin idrak edebileceğini ifade etmektedir.[7]
Kur'ân'ın i'câz-ı mânevîsinin çıkış noktasını da; muvazenesini muhafaza ve tenasübünü idame eden hakikatlerin heyet-i mecmuasının tenasübünden hâsıl olan hüsün ve cemâli göstermektedir.[8]
Kur’an’ın bütün Esmâ-i Hüsnâ’nın iktiza ettikleri ahkâmları cem etmesi, o ahkâmın tenasübünü muhafaza etmesi, gözü açık ve ihatalı bir bakış açısıyla defineyi tamamıyla görerek ve hakikate uygun bir tarzda, tenasüp ve muvazeneye riayet ederek en düzgün ve sıralı bir şekilde hakikatı izhar etmesi[9] i’câzını gösteren en önemli hususlardan birisidir.
Said Nursi, ifrat veya tefritin hakikatin muvazenesini ihlâl, tenasübünü de izale edeceğini belirtmektedir.[10] Onu da; vazifesi hizmetkârlık ve tabiatı çocukluk olanlar, büyük rütbeye girmekle tekebbür eder. Tekebbür etmekle tenasübünü bozup muâşereti teşviş eder. Bu nedenle kelâmın da istidatlarının nazara alması gerektiğine[11] vurgu yaparak açıklamaktadır.
Cenab-ı Allah’ın Esma-yı Hüsna’sında tenasüb olduğu gibi esma tecellilerinde de harika bir tenasüb vardır. Allah’ın esmasını öncelikle cemal ve celal tecellileri olmak üzere iki kısımda incelemek icab etmektedir.
Allah, Celil, Aziz, Azim, Kahhar, Müntakim, Cebbar, Mümit, Adl gibi isimler celalî isimlerdir. Mesela, Kahhar ismi zalimler için bir celal tezahürü iken, mazlumlar için rahmettir.
Rezzak, Rahman, Rahim, Hakîm, Kerîm, Mün’im, Muhsin gibi isimler de cemali isimlerdir.
Dünyada celal ve cemal tecellileri içi içedir. “Celalin gözüne cemal, cemalin gözünde celal tecellileri”[12] vardır. Mesela, ölüm bir celal tecellisidir, fakat kabrin cennet bahçelerinden bir bahçe olduğunu bilenler ancak bu celalin gözündeki cemali görebilirler.
Tecelli ile esma arasındaki tenasübü ifade ederken de tenasübe riayet etmek gerekmektedir. Mesela; bütün canlılara ihsan edilen rızıktan bahsedildiği zaman Cenab-ı Hakkın Rezzak, Münim, Muhsin isimlerine yer vermek tenasüb olacağı gibi, Kahhar, Azim, Celil gibi esmasına yer verildiği zaman tenasüb bozulacaktır.
Bir örnek vermek gerekirse; “Ve bilhassa o hadsiz milletlerin hadsiz efradından bir tek ferdin âzâsı, cihazatı, duyguları o derece hassas bir mizanla birbiriyle münasebettar ve muvazenettedir ki, o tenasüp, o muvazene, bedâhet derecesinde bir Sâni-i Adl ve Hakîmi gösteriyor.”[13] ifadesinde hassas bir mizandan, muvazeneden, münasebet ve tenasübden bahsedilmesi, hikmetle ve adaletle iş gören âdil ve sanatkâr bir Zâta işaret etmektedir. Dolayısıyla burada Sâni-i Adl ve Hakîm isimleri ile tenasüb sanatı yapılmış olmaktadır.
Said Nursi, tenasüb kelimesini, muvazene ve intizam gibi denge kavramları ile birlikte kullanmaktadır. Tenasübün intizamdan doğduğunu, tenasübün de hüsün ve cemâli parlattığını[14] ifade etmektedir. Dolayısı ile tenasüb, güzelliğin de en mühim bir esası olmaktadır:[15]
“Malûmdur ki, bir ağacın, insanın âzâları gibi onun dalları, meyveleri, yaprakları, çiçekleri gibi bütün uzuvları arasında bir münasebet, bir tenasüp, bir muvazenet lâzımdır. Her bir cüz'ü, o ağacın mahiyetine göre bir şekil alır, bir suret verilir.”[16]
Sonuç olarak tenasüb; tesanüdün/dayanışmanın ve güzelliğin esasıdır. Pozitif ya da negatif yöndeki aşırılıkların, nizamın, intizamın ve muvazenenin olmadığı yerlerde, şeylerde ya da sözlerde tenasübün varlığından bahsetmek imkânsızdır.
Tenasüb sanatı sadece edebiyatta değil, aile ve iş hayatında, sosyal hayatta, resimde, ilimde, yaratılış kanunlarına, fıtratta, Kur’an’da, Esma-yı Hüsna’da ve esma tecellilerinde yani her alanda kendini göstermektedir. Tenasübün/Uyumun olmadığı bir ortamda, güzelliği, dayanışmayı ve huzuru bulmak mümkün olmayacaktır.
[1] Mehmet SALMAZZEM, Tenâsüb, Risâle-i Nur Örneği, Muş Alparslan Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, Kur'ân'ın İ'câzı Sayısı Yıl:2016 Sayı:2
[2] Mesnevi-i Nuriye, Habbe, s. 168
[3] İşârâtü’l-İ’câz, İfadetü'l-Meram, s. 24
[4] İkinci Makale/Unsuru'l-Belâgat/Beşinci Mesele, s. 107
[5] İ.D.E. Sünuhat s. 341
[6] Yirmi Beşinci Söz/İkinci Şule, s. 556
[7] Yirmi Beşinci Söz/İkinci Şule/Birinci Nur, s, 557
[8] Yirmi Beşinci Söz/Üçüncü Şule/Üçüncü Ziya, s. 595
[9] Mesnevi-i Nuriye, Zeylü'l-Habbe, s. 180
[10] Yirmi Beşinci Söz/Üçüncü Şule /Üçüncü Ziya, s. 591-592
[11] İkinci Makale/Unsuru'l-Belâgat/ Altıncı Mesele, s. 112
[12] Mesnevi-i Nuriye, 10. Risale, s. 274
[13] Otuzuncu Lem'a/İkinci Nükte, s. 563
[14] İkinci Makale/Unsuru'l-Belâgat/Dördüncü Mesele, s. 106
[15] Dördüncü Şuâ/Altıncı Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye/İkinci Burhan/Dördüncü Nokta, s. 116
[16] Yirmi Beşinci Söz/Üçüncü Şule /Birinci Ziya, s. 585
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.