Yahya KAYGUSUZ
Teorik bilgi kirliliği
Tarihin her döneminde, sosyal hayatın her alanında bir işin teorikte anlatılanı ile pratikte ortaya çıkanı arasında her zaman az veya çok farklar ortaya çıkar. Kırsal kesimlerde herhangi bir inşaat işine girene etraftakiler- Nasrettin hoca’nın ifadesi ile, daha önce ağaçta düşenlerdir bunlar- “yaptığın hesabı ikiye katla öyle giriş işe”, diye salık verirler. Üniversiteyi bitirip zevkle işinin başına koşan idealist bir insan çok çabuk işin farkına varacaktır: Üniversitede gördüğü teorik bilgi ile sosyal hayatta karşılaştığı ve çözüm bulmak zorunda olduğu şeyler arasında dağlar kadar fark vardır.
Herhangi bir iş yapılmaya karar verildiğinde o işin doğasının ne olduğunu kendimize hatırlatmamız gerektiğini ifade eder Epiktetos. Yukarıda ifade ettiklerim, insanın iç dünyasında, hayalinde tasavvur ettiği şeylerin aslında iç âlemimizin, kültürel müktesebatımızın, yaşadığımız zamanın, bölgenin, konjoktürel şartların ve daha farklı etkenlerin çeşitliliğinden kaynaklanıyor olabilir. Ancak sebep ne olursa olsun idealimizin ve tasavvurumuzun, yapacağımız şeyin fıtratına ve doğasına uygun olması ve ona göre şekillenmesi şarttır. Tersi durumunda ise başarısızlığımız muhakkaktır.
Değer, örf- adet, gelenek, dini hassasiyet, toplumları bir arada tutan bilumum harç ve mayadan bihaber yapılan bir çalışmanın, hazırlanan bir şeyin başarıya ulaşmayacağının en güzel örneği son zamanlarda Türkiye’de toplum mühendisliği namı ile meşhur olan meslek grubundakilerin! yaptıklarında başarısızlığa uğramalarıdır.
İnsanlık tarihi ile başlayan ve günümüze kadar süregelen ve kıyamete kadar da sürecek olan bir hak- batıl mücadelesi var bu dünyada. Bu mücadelede batıl hep yıkımın, fesadın, bozgunculuğun, fıtrata aykırılığın tarafı olurken, hak da her daim tamir tarafı olmuş, fıtratın kanunlarının devamı için çalışmış.
Hakkı hak bilen ve ona taraf olan bilir ki İnsanoğlu fıtraten doyumsuz, sonsuz yaşama arzusunda olan, bütün güzelliklere müştak, her istediği olsun isteyen, bazı sıfat-ı ilahiye ile tavsif edilen bir varlıktır ve bu istediklerine kavuşabilmesi için de benliğinden vazgeçip va’z edilen emirler doğrultusunda yaşamına yön vermesi gerekir. Tersi durumda ise insanın çılgın bir tüketici, inatçı, egoist, hırslı, cimri, nankör, kirleten, yıkan, bozguncu, fesat çıkaran, malikiyet davası güden, yığdıkça yığan ve en nihaye yığdıklarının ve canavarlıklarının altında boğulan bir varlık olacağı da bilinir.
William Dembski, evrim teorisinin on dokuzuncu yüzyılda yükselen değer olan Pozitivizm ile uyuştuğunu belirterek “Eğer Darwin olmasaydı pozitivistler onu icat etmeliydi” der. W. Dembski’nin söylediği aslında iman imansızlık ayrım noktasında çok küçük bir şeyin bütün hakikati örtebileceği ve artık inanmak istemeyen insanın can havli ile buna yapışmasından ibarettir.
Aslında küfrün, batılın mayasında olan şeydir kendini hak gibi gösterip insanların nazarına sunuverme. Ama tarihin hiçbir döneminde de başarılı olmadı, zira söylenenler, savunulanlar, dikte ettirilmek istenen şeyler fıtrata aykırıydı.
Darağacında asılmak için başına ilmik geçirilen sahabe-i güzideden bir sahabeye müşriklerin ekâbirinden biri: “Eğer ‘Benim yerimde Muhammed olsun isterdim.’ dersen seni affederiz ve serbest bırakırız.” der. Ashaptan olan zat idamını görmek için etrafına biriken müşrik grubuna bir göz attıktan sonra gözü yaşlı bir şekilde: “Değil onun şu an benim yerimde darağacında olmasını, onun şimdi Medine’de ayağının bir parmağına bir dikenin batmasına gönlüm razı gelmez.” der. Bunu duyan müşrik:” Bu ne biçim adam ki millet gözünü kırpmadan hayatını onun için feda ediyor. Nasıl bir davası var ki bu adamın insanları bu kadar kendisine bağlayabiliyor.” der. Burada da anlaşılmayan, bilinmeyen, belki de bilinmek istenmeyen demeliydik, islamın öğretilerinin, Rasulullahın söylediklerinin, Kuran’ın yerleştirmeye çalıştığı şeyin fıtratın ta kendisi olduğuydu.
Bilim, bilinmeyeni ortaya çıkarıp insana, insanlığın hizmetine sunma ise bir noktadan sonra bilimin eleğinden geçen ve bilimsel kabul edilen her şey bir anlamda insanın yaşamına yön verme, düzen kurma, yaşam felsefesi belirleme olarak gün yüzüne çıkar ve insanlara sunulur veya dayatılır.
Demokritos’un, atomu evvel, ahir, ezeli ve ebedi bilmesi ve bildirmesi beraberinde kâinatı da ezeli ve ebedi kabul etmeyi getirmiş ki bu da tevhidi olamayan bir anlayışı dayatmıştır kendi zamanında yaşayan insanlara.
Lukretius’un her şey tesadüfen, kendiliğinden oluşmuştur fikri ezeli ve ebedi olan bir varlığın tasarrufunu ortadan kaldırınca her şey mubah anlayışı dayatılır insanlara sosyal hayatta.
Platon, felsefesini yapıp Demokritos ve Lukretius gibi görüşlerini ifade ettikten sonra sosyal hayatı onu yaşayacaklara bırakılamayacak kadar değerli ve önemli görmüş olmalı ki bir devletin ve o devletin insanlarına muamelesinin nasıl olması gerektiği üzerinde kafa yormuş ve üşenmeden kafasındaki devleti, ütopyasını kitaplaştırmıştı.
Auguste Comte ve Hegel ile başlayan Pozitivizm akımı beş duyu ile algılanılmayanı metafizik ilan edince, her şeyi maddi gözleri ile görmeye başlama istekleri- aslında görmeme istekleri demeliydim- ve Einstein’ın “Kalbin, gözlerin görmediği gözleri vardır.” diye ifade ettiği mana gözlerini her şeye kapatınca, kör düşüncelerine, fikirlerine o kadar güvendiler ki yaşayamayacaklarını bildikleri yirmi birinci yüzyıldan bile Allah fikrini atma düşüncesine kapılmışlardı ve: “ 21. yy. tanrının dünyadan atılacağı yüzyıl olacaktır.” demişlerdi.
Ama olmadı, başaramamışlardı. Tam tersi olmuştu. Şok olmuşlardı. Nasıl olurdu. Ne bekliyorlardı ne ile karşılaşmışlardı. Yaratıcı fikrinin bitmesi lazımdı. Rahat rahat yaşamalıydılar. Heva ve hevesleri neyi istiyorsa onu yapmalıydılar. Yaptıkları, yapacakları hiçbir şeye hiçbir fikrin, düşüncenin, dinin hiçbir şekilde engel olmaması lazımdı.
Evet olmamıştı. Olamazdı ve olmayacak da. Olamazdı çünkü çok şeylerin hesabını yapmayı unutmuşlardı. İnsanın tabiatını, fıtratını unutmuşlardı. Onun sonsuzluk duygusunu, sonsuz yaşama isteğini, üç vadi dolusu kırmızı koyunu olsa da dördüncüsünü arayacağını, dünyadaki denizlerin içerisindeki kumların sayısınca cennette yaşayacakları söylendiğinde onun da bitme ihtimalini göz önünde bulunduracak kadar ebede müştak olma halini, “Ahiret yoktur, ölünce insan toprak olup gidecektir.” Lafı ile feleğini şaşırıp daha fazla dünya nimetlerinden faydalanabilmek için iki gecesinden birini yatmayarak geçirecek kadar nimeti seven yapısını hesaba katmamışlardı.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.