Terk Edilmiş Evler
Taha Çağlaroğlu'nun yazısı...
Eski asırlardan günümüze bir sır gibi akıp gelir evler. Şimdi terk edilmiştir onlar. Artık günümüzde sûretleri de yok o evlerin. Hafızalara nakşedilmiş; o hafızalar da o evlerle göçüp gitmiş, gitmesi gereken yerlere. Bir kısım evler de duruyor yerli yerince; ama metrûk hâldeler.
Tarih, bir bakıma terk edilmiş evlerin öyküsü. Bir serencâm her bir ev. İşte bu köşede bir firavun uykusu yatıyor. Kamçısını mustaz’afların sırtında şaklatan. Tüm köşeleri dönme çabasıyla egemenliğini haykırmak isteyen. Çizgiler çizen, buyruklar buyuran, büyük bir eve benzeyen dünyayı ben yarattım, kendi ilmimle, kendi iktidarımla kazandım, öyleyse benim de hükümlerim budur, yasaklarım budur, diyen ve inleten yetim seslerini ve kerbelâlar yaratacağım ve savururum sizi istediğim gibi ve benim yasalarım hükümran olacak ve doğrar geçerim düşüncelerime karşı koyanı ve kılıcım kılıçların en zorlusudur ve benim dediğim olacak evimde ve her evde, benim buyruklarım edilecek baştacı ve süründüreceğim yasalarıma karşı koymaya kalkışan cür’etkârları...
İşte böyle diyordu uykusunda ve uyandığında. Yüzyıllar geçti evinin üzerinden, şimdi terk edilmişti evler. Ne kendisi kaldı, ne çanak yalayıcıları. Nesiller onu saygıyla anmadı. Saygıyla ananlar da onun eviyle birlikte kendi evlerini de terk edip gittiler buyruklar buyuran bu zorbanın yanına. Onunla göz göze geldiler.
Evlerin içinden geçiyor bir ırmak, gizli bir kamera gibi. Bir kadın tutunmaya çalışıyor evdeki eşyalara, seni seviyorum diyen bakışlara, tutkuyla bağlandığı işine. Kayıp gidiyor ırmak, güzelin mavi gözlüsü için de, en derin ve uzun eğlencelerin bıçkın olanı için de.
Sabahlara dek süren işretler, mezeler vardı şimdi terk edildiğini gördüğümüz evlerde. Erguvanî perdeler çekildi pencerelere. Binlerce kadın ve erkek aldatıldı. Saldıran yalanlar kuruldu. Karanlığa çağrıldı insanlar, inadına. Tuhaf ve anlamsız kelimeler vardı abecelerinde. Seher vaktinde kimseyi uyandırmama ilkesiyle büyük yıkılışlar yaşandı. Zaten ‘karlı bir gece vakti bir dostu’ uyandırmak, acı kitaplar içiriyordu insana. Adres soranlara acayip satranç oyunları çekiliyordu.
Bütün kırgınlıkların, kapılgıların, sille yemişliklerin içinden de geçen bir yol vardı. Bir daha dönmeyebilirdi gidenler evlerden. Belki dönüp gelenler oldu; ama gün oldu, bir daha hiç kimse dönmedi geri. Terk edildi evler. Düzeni bozuldu evlerin. Dağıldı künde üstüne künde, bir büyük yıkımı haber verircesine. Tarihin derinliklerinde kaybolan seslere dönüştüler.
Dudak bükmeyi severdi onlar. Sıcak cehennemlerine saklanmayı da. Ölüm korkularından kurtulmak için sürdürmek istiyorlardı yaşamlarını âlemdeki başka evlerde, başka zamanlarda. Birbirlerine yardım etmek istiyorlardı bunun için de. Sefahet, uyuşmak, uyuşturuculuk yaygınlaşsın istiyorlardı ve en güzel biçimde eğlenmek doyasıya, hiçbir sınır tanımamacasına, mecbur biliyorlardı kendilerini. Evlerin bile sarhoşluktan yalpalamasını arzuluyorlardı.
Terk edilmiş evler, cevabı gerçekte var olduğu hâlde, bulamamış, ona ulaşamamış veya cevabı bulduğunun farkına varıp işine gelmediği için içindeki yılgınlığa kamp kurmuş sorular külliyatıdır bir bakıma. Bu sorular bazen ecnebiler gibi olmak ister, bazen de yarını düşünmemek konusunda ısrarcı olmak. Çoğu kez yumuşacık sözlerle çıkarlar karşımıza; içlerindeki telâşı bastırmaya çalışarak. Davet ederler paramparça küskünlüklerine, dönüşerek sarsıntı müziklerine. Zürefanın düşkünüdür onlar. Çağrışımların gerçek anlamda, kendilerini nereye götüreceğini bildikleri, evlerinin örümcek evlerine benzediğini aslında vicdanlarıyla anladıkları, sezdikleri hâlde yaşadıklarının tüm sonuçlarına ve son uçlarına katlanma cesaretini itiraftan da çekindikleri için beyaz giymektedirler kış günü.