Tevrât’ta, İncîl’de ve Kur’ân’da söz verilen bu Cennet, Allah’ın kendi üzerine hak bir vaadidir

Tevrât’ta, İncîl’de ve Kur’ân’da söz verilen bu Cennet, Allah’ın kendi üzerine hak bir vaadidir

Ayet meali

Bismillahirrahmanirrahim

Cenab-ı Hak (c.c), Tevbe Suresi 111-116. ayetlerinde meâlen şöyle buyuruyor:

111 . Şübhesiz ki Allah, mü’minlerden nefislerini ve mallarını, karşılığında Cennet hakîkaten onların olmak üzere satın almıştır! (1) (Onlar) Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve öldürülürler; (Allah tarafından onlara) Tevrât’ta, İncîl’de ve Kur’ân’da (söz verilen bu Cennet, Allah’ın) kendi üzerine hak bir va‘ddir. Ve Allah’tan daha çok sözünü yerine getiren kim olabilir? Öyle ise yaptığınız bu alışverişinizden dolayı sevinin! İşte büyük kurtuluş ise ancak budur!

112 . (Bu va‘de mazhar olanlar:) Tevbe edenler, ibâdet edenler, hamd edenler, oruç tutanlar, rükû‘ edenler, secde edenler, iyiliği emredenler, kötülükten men‘ edenler ve Allah’ın hudûdunu (ona riâyet ederek) muhâfaza edenlerdir. (Ey Habîbim!) O mü’minleri (Cennetle) müjdele!

113 . Hakîkaten onların, Cehennem ehli oldukları kendilerine belli olduktan sonra, akrabâ bile olsalar, ne peygamberin ne de îmân edenlerin, müşrikler için mağfiret dilemeleri (doğru) olmaz! (2)

114 . İbrâhîm’in, babası için mağfiret dilemesi ise, sâdece ona söz verdiği bir va‘dden dolayı idi. Fakat gerçekten onun bir Allah düşmanı olduğu kendisine belli olunca, ondan uzaklaştı. Şübhesiz ki İbrâhîm, elbette çok içli (çok âh eden, inleyen) ve yumuşak huylu (bir peygamber) idi.

115 . Allah ise bir kavmi, kendilerini hidâyete erdirdikten sonra, sakınacakları şeyleri onlara açıklamadıkça dalâlete düşürecek değildir. Muhakkak ki Allah, herşeyi hakkıyla bilendir.

116 . Şübhesiz ki göklerin ve yerin mülkü (hükümranlığı) ancak Allah’ındır! (O) hayat verir ve (O) öldürür! (3) Sizin için Allah’dan başka ne bir dost, ne de bir yardımcı vardır!

1- İkinci Akabe gecesi, Ensardan yetmiş kişi Resûl-i Ekrem (ASM)’a bîat ettiklerinde, Abdullah bin Revâha (ra): “Yâ Resûlallah! Rabbin için de, kendin için de dilediğin şartı koş!” demesi üzerine buyurdular ki: “Rabbim için, sırf O’na ibâdet edip, aslâ ortak koşmamanızı, kendi hakkımdaki ise, kendinizi ve mallarınızı neye karşı nasıl müdâfaa ediyorsanız, beni de öylece müdâfaa etmenizi şart koşuyorum.” Ashâb tekrar sordular: “Bunları yapsak bize ne vardır?” Resûl-i Ekrem (ASM): “Cennet vardır!” buyurdular. Ashâb-ı Kirâm (radıyallahü anhüm ecmaîn) de: “Ne kârlı ticâret! Biz bundan ne döneriz, ne de dönülmesini isteriz!” demeleri üzerine, bu âyet-i kerîme nâzil olmuştur. (Kurtubî, c. 4/8, 267)

“Şimdi (nefis ve malımızı Allah’a) satmağa bakacağız. Acabâ o kadar ağır bir şey midir ki, çokları satmaktan kaçıyorlar. Yok, kat‘â ve aslâ! Hiç öyle ağırlığı yoktur. Zîrâ helâl dâiresi geniştir, keyfe kâfî gelir. Harâma girmeye hiç lüzum yoktur. Ferâiz-i İlâhiye (Allah’ın farz olan emirleri) ise hafiftir, azdır. Allah’a abd (kul) ve asker olmak, öyle lezzetli bir şereftir ki, ta‘rîf edilmez. Vazîfe ise, yalnız bir asker gibi, Allah nâmına işlemeli, başlamalı ve Allah hesâbıylavermeli ve almalı ve izni ve kānûnu dâiresinde hareket etmeli, sükûnet bulmalı. Kusûr etse, istiğfâr (tevbe) etmeli. ‘Yâ Rab! Kusûrumuzu affet, bizi kendine kul kabûl et, emânetini kabzetmek (almak) zamânına kadar bizi emânette emîn kıl! (Âmîn)’ demeli ve O’na yalvarmalı.” (Sözler, 6. Söz, 16)

2- Peygamber Efendimiz (ASM), ölüm döşeğindeki amcası Ebû Tâlib’e îmân etmesi teklîfinde bulunduğunda müsbet bir cevab alamaması üzerine: “Şâyet bundan men‘ edilmezsem, senin için mağfiret dilemeye devâm edeceğim” deyip, vefâtından sonra da onun için istiğfâr ediyorlardı. Bunu gören Sahâbe-i Kirâm’dan (ra) bazılarının da, müşrik olarak ölmüş kendi akrabâları için istiğfâra başlamaları üzerine bu âyet-i celîle nâzil olmuştur. (Râzî c. 8/16, 220)

3- “Bir Kadîr-i zü’l-Celâl, bir Hakîm-i zü’l-Kemâl mütemâdiyen (devamlı) tavâif-i mevcûdâtı (varlıkların tâifelerini) ve her tâife içindeki cüz’iyâtı (ferdleri) ve o tâifelerden teşekkül eden (meydana gelen) âlemleri, kudretiyle hayat verip tavzîf eder (vazîfelendirir). Sonra hikmetiyle terhîs edip, mevte (ölüme) mazhar eder, âlem-i gayba gönderir. Dâire-i kudretten, dâire-i ilme çevirir.

İşte hiç mümkün müdür ki: Şu kâinâtı, hey’et-i mecmûasıyla (her tarafıyla) çevirmeğe muktedir olmayan ve bütün zamanlara hükmü geçmeyen ve âlemleri hayâta ve mevte bir ferd gibi mazhar etmeğe kudreti yetmeyen ve baharları, bir çiçek gibi hayat verip, yeryüzüne takıp, sonra mevt ile ondan koparıp alamayan bir Zât, mevt ve imâteye (ölüme ve öldürmeye) sâhib çıkabilsin? Evet, en cüz’î bir zîhayâtın mevti (en küçük bir canlının ölümü) dahi hayâtı gibi bütün hakāik-ı hayat (hayâtın hakîkatleri) ve envâ‘-ı mevt (ölüm çeşitleri) elinde bulunan bir Zât-ı zü’l-Celâl’in kānûnuyla, izniyle, emriyle, kuvvetiyle, ilmiyle olmak zarûrîdir.” (Mektûbât, 20. Mektûb, 71)