
Prof. Dr. Şadi EREN
Ülfet Hastalığı ve Tedavisi
İnsanların pek çoğu gafletle iç içedir. Bunun pek çok sebepleri vardır.
-imanının zayıflığı,
-dünyanın cazibedarlığı,
-fıtraten peşin lezzetlere yönelmesi,
-geçim derdiyle yoğun meşguliyeti
-ve malayani / magazin türü nefse tatlı gelen şeylerle oyalanması bunlardan bazılarıdır. İnsanı gaflete sevkeden en önemli durumlardan biri ise, ülfettir.
Bediüzzaman’a göre ülfet “cehl-i mürekkebin hemşiresi ve nazar-ı sathînin annesidir.”[1]
Bir şeyi bilmemek, cehildir. Bilmediğini bilmemek, yani bilmediğinin farkına varmamak ise, cehl-i mürekkep... İçinde yaşadığımız şu harika âlemde, güneşin her gün doğup batması, her sene bahar ve kış olması gibi olaylar devamlılık arz ettiğinden pek çok insanda harikalığı örten bir perde olmuştur.
Âlemde âdetullah kanunları vardır. Âdetullah, “Allah’ın âdeti” demektir. Bu kavram, mahlûkatın tedbir ve idaresinde Allah’ın takip ettiği yolu ve prensipleri ifade eder. Bazıları kâinattaki âdetullah kanunlarına yanlış olarak tabiat kanunları derler. Hâlbuki bu kanunlar, Allah’ın tabiata koyduğu nizamdan ibarettir. İnsan her daim bu kanunlarla iç içe olduğundan -denizdeki yavru balığın denizi bilmemesi misali- bu kanunları koyan ve uygulayan Allahtan gafil olabilmektedir. Kuvvetli bir tefekkür hali böyle bir gafleti ortadan kaldırır.
Ülfet, çevremize "Ben bunları biliyorum" tarzında bakmaktır. Böyle bir bakış, etrafımızda olup biten harikaların üstünü örter.
Ülfet, insanın yaşadığı çevreye alışmasına ve bunun neticesinde çevrede olup biten olaylara sathi bakmasına yol açar. Ülfet hem Allah’ı hem de İlahî san’at eseri olan tabiatı tanımamıza büyük bir engeldir.
Şöyle bir temsille konuyu biraz daha açabiliriz:
Harika bir şehir farzedelim. Bu şehirde her ev, planıyla, sitiliyle bir mimari şaheser; bu şehri meydana getiren evlerin her bir taşı, binler nakışla nakışlanmış, duvarları en antika tablolarla süslenmiş olsun. Şimdi bu şehrin sakinleri iki halden birisini yaşayacaklardır: Ya hayretten kendilerinden geçecekler veya ülfet sebebiyle bu harikalığın farkına varmayacaklardır. İşte kâinat o şehirdir. En küçük zerresinden en büyük kürelerine kadar baştan sona harikalarla doludur. Bunun farkına varanlar hayret ve muhabbetle kendinden geçmiş, ülfetle bakanlar ise, okuma bilmeyenlerin kitaba bakması gibi, bakıp geçmişlerdir. Kur’ân böyle bir bakışa şöyle dikkat çeker:
“Göklerde ve yerde nice âyetler var ki, insanlar onlara uğrarlar, ama aldırmayıp geçer giderler.”[2]
Kur’ân-ı Hakîm ülfetle bakılan âfak ve enfüse dikkatle nazar etmeyi emreder. “Bakmazlar mı?”, “Bakın…”[3] şeklinde nice âyet, âleme yüzeysel bir bakışla bakan gözleri açmak içindir.
Âfak ve enfüs
Âfak ve enfüs, birbirine mukabil olarak kullanılan iki kelimedir. Âfak, insanın dışındaki âlemi, enfüs ise insanın kendisini ifade eder. Bu iki kavram şu âyete dayanır:
“Âyetlerimizi onlara âfakta ve enfüste (kendi nefislerinde) göstereceğiz...”[4]
Bunlardan “âfak” makro âlem, enfüs ise mikro âlemdir. İnsan her ne kadar küçük bir varlık ise de büyük âlemde ne varsa numuneleri onda vardır. Bunların her biri okunmayı bekleyen ve okunması gereken birer kitaptır.
Kur'an, pek çok âyetinde âlemin Allah’ı gösteren ve tanıtan tekvini âyetlerle dopdolu olduğunu bildirir. Mesela şöyle der:
“Yeryüzünde yakîn sahipleri için nice âyetler vardır. Kendi nefislerinizde de. Hâlâ görmez misiniz?”[5]
“Âyet” kelimesi “alâmet, emâre, ibret, mu’cize” gibi anlamlara gelir.[6] Bu kelime hem Kur’ân ayetleri için, hem de kâinat kitabını meydana getiren varlıklar için kullanılmıştır. Mesela “bayrak, devletin bir alâmet ve ayetidir.”[7] Salt bir bez parçası olmanın ötesinde devletin bir sembolü olduğu gibi, her bir varlık da Allah’ın varlık ve birliğinin, kemâl sıfatlarının bir sembolüdür.
Şu kelâmî ayetler, Allah’ın tekvinî ayetlerinden bir kısmını bize bildirir:
“Muhakkak ki, göklerde ve yerde mü’minler için ayetler vardır.
Sizi yaratmasında ve üretip yaydığı hayvanlarda yakîn sahipleri için ayetler vardır.
Gece ve gündüzün değişmesinde, Allah’ın gökten rızık sebebi olarak yağmuru indirip, bununla yeryüzünü ölümünden sonra diriltmesinde ve rüzgârları çevirmesinde de akıl sahipleri için âyetler vardır.
İşte bunlar Allah’ın ayetleridir. Onları hak olarak sana okuyoruz.
Artık Allah’a ve ayetlerine inanmadıktan sonra hangi söze inanacaklar?”[8]
Bu ilâhî ayetler bütün insanlığa hitap ettiği gibi, “tabiat olayı” olarak gördüğümüz “tekvinî ayetler” de bütün insanlığa hitap etmektedir. Fakat bu ayetlerden istifade edenler; “mü’minler, yakîn sahipleri ve akıl sahipleridir.” İnkârcılar veya şüpheler içinde kıvrananlar bu ilahi âyetlerden istifade edemezler, o âyetlerin ne anlama geldiğini bilemezler, nakıştan manaya geçemezler. Okuma bilmeyen birisinin, kitaba bakıp seyredip geçmesi gibi, kâinat kitabını seyredip geçerler.
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.